Şeyh Şerafettin Dağıstani Hazretleri (K.S)'nin Hayatı

Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy )  köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.



Hayatından Kesitler:



Atayurdu olan Dağıstan, tamamıyle  Rus işgali altında olduğundan doğduğu günler,   dinin yasaklamalarla engellendiği ve maneviyatın neredeyse yok edildiği çok zor bir zamandı. Bir çok velinin menakıbında olduğu gibi Şeyh Şerâfeddin’in de doğumundan itibaren çeşitli kerametler gösterdiği  çocukluğundan itibaren  mahlukatın kendilerine has zikirlerini işitebildiği rivayet edilmiştir..



Bu rivayetlerin dışında kesin olarak gerçek olan husus, altı-yedi yaşlarında iken Dağıstan’ın o dönem Nakşbendiyye yolunun önderi Ebu Ahmed es-Suğuri’nin manevi eğitimine girdiği ve zikir meclislerine katılmağa başlamış olduğudur. Çok zeki bir çocuk olduğundan Ebu Ahmed es-Suğuri’nin ilahi sırlara ışık tutan sûfî öğretilerini hemen kavrama yeteneğine sahipti.



Dağıstan’daki gençlik yıllarında, elinden biat alarak Nakşbendi tarikatına intisab ettiği Şeyh Ebu Ahmed es-Suğuri’nin gözetiminde seyr ü sülukunu tamamlamıştı. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin, İmam Şamîl ile birlikte Ruslara karşı savaştığı için Rus’lar tarafından  vatanı Dağıstan’dan ayırılıp sürgün edildiği bilinmektedir.



Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, orta boylu bir insandı, hitab ettiği her insanı derinden etkileyen sesi berrak ve tok idi. Nurani, buğday renkli bir cildi vardı ve yüzü  berrak; ışıltılı bir sima arz ederdi. İlk irşad yıllarındaki siyah sakalı yaşı ilerlediğinde pamuk gibi bembeyaz bir hal almıştı. alimdi. Gözleri koyu gri-lacivert renkte idi. Belki de en önemlisi her atışında ilahi rahmete dalıp çıkan bir kalb ve kendisine başvuran kişinin ruhani haline de nazar edebilen gözler ile  dünyaya gelmişti. Zaman içinde hem kalbi, hem de gözleri nitelik olarak çok daha hassas bir nitelik kazandı.



Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, ilk medrese tahsiline de Dağıstan’da başlamış ve ancak savaş şartları yüzünden ikmal edememişti.; eğitimini Türkiye’ye daha önce hicret etmiş olan ve biatını tazeleyeceği amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’de tamamlayacaktı. Böylece Türkiye’de  Ebu Ahmed es-Suğuri’nin halifesi olan Muhammed-ül Medenî’nin terbiyesi altına girdi. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni , Şeyh Şerâfeddin’in  öz amcası  idi ve daha sonra kızı ile evlendirip kayınpederi de olacaktır.



Türkiye’ye Göçleri  ve Yalova’da Yerleşim:



İmam Şamîl’in destani direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya’ya ve Dağıstan’a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar. Köyleri sürekli olarak Rus askerlerinin baskınlarına uğruyor ve bütün ahalisi hakaretlere maruz kalıyordu.  Bir kış mevsiminin ortasında 5 ay boyunca sürecek, karadan zorlu bir yaya yolculuğuna çıktılar. Kendi ailesi ve kızkardeşinin ailesi  ile birlikte hicret ettikleri  Türkiye’ye yöneldikleri, zahmetli ve tehlikeli yolculukları boyunca gündüzleri saklanıp geceleri   yürüyorlardı. Kafilede çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu düşünülürse hangi zor şartlarda gerçekleştirildiği biraz tahmin edilebilir.



Türkiye’ye vasıl olunca Osmanlı devletinin organizasyonu ile önce Bursa’ya geldiler; bir süre Bursa’da misafir edildikten sonra , Marmara denizinin güney kıyılarındaki Yalova’ya giderek   devrin sultanının özel fermanıyle denize oldukça yakın, dağlık bir yörede yerleştiler. Yerleşmek için bu mahalli seçmelerinde Osmanlı Devleti’nin iskan politikası yanında bölgenin Kafkasya iklimine kısmen uygun, dağlık bir arazi olması da etkili olmuştur. Yerleştikleri beldeye önceleri Elma-Alan veya Elmalı adı verilmiş; daha sonra köye Sultan Reşad tarafından yapılan yardım ve imar çalışmalarının nişanesi olarak Reşadiye  ve nihayet Cumhuriyet sonrasında  Güneyköy adı verilmiştir.



Şeyh Şerâfeddin, bölgeye yıllarca önce yerleşmiş olan amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni  ile birlikte büyük bir azimle imar ettikleri Reşadiye köyünü ailesi ve akrabaları ile beraber, elbirliği ile  yurt haline getirdiler. Küçük köy sürekli devam eden göçmenlerin ve özellikle Dağıstanlıların katılımıyla günden güne kalabalıklaştı; yeni evler inşa edildi;  hatta o hale geldi ki arazi gelen göçmenlere yetmez hale geldi. Köyde ilk kurulan binalar arasında  bir medrese ve köyün ilk mescidi ile ilk dergahının da bulunduğu külliye yer alıyordu. Böylece  amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni  ile birlikte Nakşbendi  Tarikatı’nın sağlam bir kolunu Dağıstan’dan  Türkiye’ye taşımış oldular.



Amcası  Şeyh Muhammed-ül Medeni’nin  şefkat kucağını açtığı Rus istilacıların acımasız ve sömürücü zorbalığından kaçan bütün Kafkas göçmenlerine ilave olarak Türkiye’nin hemen her yerinden pek çok talebe  Reşadiye medresesine tahsil maksadıyla geliyordu. Bu şekilde birkaç yıl önce  balta girmemiş bir ormanın eteklerinde kurulan birkaç evden ibaret olan Reşadiye köyü, rivayetlere göre  1000 öğrencinin ders gördüğü  bir ilim ve irfan ocağına dönüştü.



Şerâfeddin’in, sonradan kayınpederi olan mürşidi Muhammed Medenî, o zamanda, Dağıstanlılar tarafından çok takdir edilen; hali, ilmi, kemal ve kerametleri gayet açık olan, maneviyat ikliminin zirvesinde olan büyük bir zat idi. Yalova’nın Reşadiye köyünde, ikinci mürşidi olan Muhammed el-Medeni tarafından tasavvufi alanda daha ileri düzeyde eğitildi.  Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Dağıstan’daki dergahında maneviyatın ilk soluklarını soluyan Şeyh Şerâfeddin’i zahirde ve batında evladlığa kabul edip yetiştiren, Muhammed Medenî olmuştur.



Tasavvuftaki Eğitimi ve Manevi Kemali:



Özellikle amcası Şeyh Muhammed el-Medeni’nin kızı ile evlendikten sonra genç  Şerâfeddin, Reşadiye köyünde büyük bir saygının odağı oldu. Reşadiye köyünde kurulan ve kısa sürede Bursa’dan, İstanbul’dan öğrencileri dahi cezbeden medreselerine gelip ders vermeğe başlayan alimlerden  İslam’ın tüm zahiri bilimlerini de okuyup icazet aldı. Ancak O’na zahiri ilimin çok ötelerine uzanan  “İlm-i Ledün” bilgileri verilmiş; Allah tarafından, “ilm-i ledünnî” vadilerinde , “sır bilgileri”  alanında büyük bir derecelere garkolmuştu.  Nakşbendi öğretisinin gereği olarak her an Rabb’inin huzurunda toplum içinde halvet,  kalabalık ile inziva halinde idi.



Hızla ilerlediği maneviyat yolunda mertebeleri bir-bir aşarak Nakşbendiyye tarikatına ilaveten , amcası Ebu Muhammed Medeni’nin yetkin olduğu  ve irşada izin yetkisi bulunan diğer beş İslam sûfî yolunun [ Kadiriyye, Rufa`iyye, Şazeliyye, Çiştiyye ve Halvetiyye ] daha irşad yetkisini aldı. Bütün bu altı tasavvuf yolunda yetkin olduğuna işaret eden icazetini aldığında henüz 27 yaşındaydı



Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, Muhammed Medenî’nin terbiyesi altında, seyr-i sülükunu tamamlarken, altı ay kadar bir cezbe devresinden geçmiştir. Bu devrede, ilahi varlık aşkı ile, vücudunu ateş içinde hissederdi, vücudunun yükselen hararetini azaltmak için kış günlerinde bile evinden çıkıp elbiselerini çıkararak köy yakınındaki derenin buzlu sularına girdiğine  halen de bazıları çok yaşlı olarak hayatta olan kişi tanık olmuştur.



Bu cezbe devresinin sonunda, 25 yıl süre ile hizmet edeceği kutb-ül irşad makamı ile taltif edilerek görevlendirilmiştir.



Tasavvuf yolunda şahsi ibadetler kadar nefs terbiyesi ve Allah’ın kullarına da hizmetin önemini sürekli vurgulamış ve kendisi de buna uygun olarak yaşamıştır. “Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.” sözlerinin bizzat uygulayıcısı olarak örnek olmuştur.



 



Dağıstan göçmenlerinin yerleştiği ve günden güne yeni göçlerle kalabalıklaşan köyün ihtiyaçlarının karşılanmasında öncülük rolünü üstlenmiş; o zamanın fiziki şartlarının zorluklarına aldırmadan köy yollarının  genişletilmesi,  su kanalları ile köye temiz içme suyu getirilmesi çalışmalarına fiilen katıldı.



Tarikatın hilafetini ve köyün liderliğini üstlendikten sonra daha çok göçmenin yerleşebilmesi için  köyün yerleşim alanını büyütmeye çalıştı; hatta bir rivayete göre köyün yakınlarında bulunan  şahıs mülkiyetindeki iki çiftliği de satın alarak göçmenlerin iskanına tahsis etmiştir. Kafkasya ve Dağıstan’dan gelen tüm göçmenlere karşı gayet candan davranır; beslenme ve barınma konularındaki her türlü ihtiyaçla ilgilenirdi ve böylece rehabilitasyonlarını kolaylaştırır, ortaya çıkabilecek geri dönüş arzularını da izale ederdi. Bunun sonucunda Dağıstanlı göçmenler Kafkasya’da bıraktıkları yurtlarına karşılık yeni bir vatan  bulmuş oldular ve Kurtuluş savaşı öncesindeki acılı işgal günlerine kadar sürecek bir barış , mutluluk ve refah ortamına kavuştular.



Yalova’dan başlayarak Balıkesir’den  Kastamonu’ya Sakarya’dan Konya’ya tüm bölgedeki halk arasında  dalga dalga “manevi güçlere sahib bir zat” olarak tanındı ve kerametlerine ilişkin rivayetler bütün Türkiye’ye yayılmağa başladı. Ayrıca Güneyköy’de öncülük ettiği imar faaliyetleri, din dışı alanlardaki uzak görüşlülüğü geniş ile de ünlendi.



Şeyh Şerâfeddin hakkında bugüne ulaşan ve  yakın tarihimizin siyasi ve dini gerçeklerinin anlaşılmasına katkısı olan pek çok rivayet en eski bağlılarından olan Ali Usta tarafından aktarılarak  kayda alınmış ve kitab haline de getirilerek günümüze kadar ulaşabilmiştir. ( Ali Usta’nın hatıratını sitemizin Tasavvufi Literatüralt sayfalarından okuyabilirsiniz) Şeyh Şerâfeddin’in , bu duruma sağlığında işaret ederek Ali Usta’ya “Benden sonra sen çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın” diyerek kendisi hakkındaki bilgileri gizlememesi yolunda  bir nevi talimat verdiği de bilinmektedir. Ali Usta 1304 rumi yılında Kafkasya’nın Hocamakili köyünde dünyaya gelmiş , diğer Dağıstanlı göçmenler ile birlikte 15 yaşında iken  Türkiye’ye hicret etmiştir. Önce Güneyköy’de daha sonra da Bursa’ya yerleşmiş, ve Bursa’da uzun yıllar ayakkabı tamirciliği yaparak  elinin  emeği  ile geçinmiştir. Ali Usta (Seskır) 1980 yılında Bursa’nın Hıdırlık semtindeki evinde vefat edince,  vasiyeti üzerine mürşidinin medfun bulunduğu Yalova’nın Güney köyündeki  Cebel-i Hafakan adı ile bilinen tepecikteki kabristanda,  mürşidinin yolu üzerinde defnedilmiştir.



Şeyh Şerâfeddin’in ününün yayılması kendisine yönelik kıskançlık ve hased duygularının da körüklenmesine yol açıyordu. Reşadiye’deki medrese eğitimini yürüten zahiri ilimlerdeki bazı alimler, Şeyh Şerâfeddin’i dinin kurallarını ihlal etmekle, şeriata aykırı sözler söylemekle itham etmeğe başladılar. Bu durum tarih boyunca tasavvuf alimleri ile zahir alimleri arasında görülmüş bir durumdur. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna Celâleddin’e, Ahmed Yesevî’den Necmeddin Kübra’ya, Bayezid-i Bistami’den İbn Arabi’ye tasavvufun tüm zirve isimleri kendilerini Kur’an’a aykırı sözler söylemek, şeriata  aykırı işler işlemek suçlamalarından kurtaramamışlardır. (En iyi bilinen örneği olarak Hallac-ı Mansur, bu suçlamalar sonucu darağacında feci bir şekilde can verirken, bütün batın ehlinin “Şeyhü’l Ekber” olarak tazim ettiği Muhyiddin Arabi’ye muarızları tarafından “Şeyhü’l Ekfer”adı verilerek küfür ile itham edilmiştir.) Güneyköy’de tesis edilen medresede eğitim veren zahir uleması ile Şeyh Şerâfeddin arasında irşad ile görevlendirilmesinin ilk zamanlarında bazı ihtilaflar ortaya çıkmış ve ancak kısa sürede zahir ehlinin tüm itirazları izale edilerek Şeyh Şerâfeddin’in  zahiri ve batıni kemali tüm ulema tarafından teslim edilmiştir.



Şeyh Şerâfeddin ile medrese uleması arasında yaşanan soğukluğu gösteren ve bizzat şahidi olduğu bir örneği  Ali Usta anılarında şöyle dile getirmektedir: “Bir gün Reşadiye köyündeki büyük camide  Şeyh Şerâfeddin, tasavvuf sohbeti yapıp tarikatı anlatıyordu. Köydeki medrese alimleri bu sohbetlere katılmadıkları gibi dışarıda  aleyhinde konuşuyorlardı. Benim de mürşidime intisabım yok daha;  gencim, evli değilim… Birgün  muarızı olan kişilerin de bulunduğu bir sırada namazdan sonra Şeyh Şerâfeddin Efendi: “Camiin kapılarını kapayın. Kimse dışarı çıkmasın.” dedi. Sonra kendisi aleyhinde gıybet yapan hocalara dönerek: “-Bana bakın hocalar, orada-burada benim için “Bu adam, şeriatın hilafındadır. Yaptığı  işlerin hepsi yanlıştır.” diye konuşuyorsunuz. Hazreti İmam-ı Ali (K.V.) “Bana bir harf öğretene köle olurum” demiştir. Ben iddia ettiğiniz gibiysem, yanlış yoldaysam ve beni yanlıştan çevirecek adam içinizde varsa, ben onun kölesiyim. Şimdi benim yanlış yaptığım ne ise o şeyi söyleyin…” dedi. Kimsede ses yok. Şeyh Şerâfeddin ikinci sefer: “Bana bakın! Ya bu sarıkları çözün atın; ‘biz hoca değiliz’ deyin ya da beni burada ikaz edin;  bana cevap verin…” diye tekrarladı. Yine ses çıkmayınca bu defa ben ayağa kalktım, dedim ki:  “- Bana bakın. Bu konuda kadınlar gibi orada-burada söyleninceye kadar çıkın karşısına… Biz de öğrenelim hak nerede, batıl nerede !..”  dedim. Fakat kimse ortaya çıkmadı.” Bu hesaplaşma sonrasında Şeyh Şerâfeddin aleyhindeki  alimlerin sesleri giderek azalır ve bir süre sonra da muhaliflerinin neredeyse tamamı, O’nun manevi derecesini kabul ederek kendisine intisab ederler.



Bütün bunlar neticesinde, Yalova’nın küçük bir köyü olan Reşadiye, halktan her düzeyden kişiler yanında pek çok alim ve aydın için de bir cazibe merkezi haline geldi. Özellikle kandil, bayram gibi belirli gün ve gecelerde o kadar büyük bir topluluk köye geliyordu ki, bir süre sonra bu kalabalık ziyaretçi topluluğunun ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi için Şerâfeddin Efendi’nin evinin bulunduğu mekanın avlusunda misafirhane, yemekhane, kurban kesim mahalli gibi bölümler tesis edildi. (Bugün de aynı mekan günümüzde sayıları azalmış olsa da ziyaretçileri için aynı şekilde muhafaza edilmekte ve özellikle Şeyh Şerâfeddin’in tasavvufi edeb ile terbiye edilmiş olan yaşlı gelini tarafından kapı açık tutulmaktadır.) Özellikle Şeyh Şerâfeddin’in hatm-i hacegan yaptırdığı ve hemen hemen aynen korunmuş olan kısım bugün de ziyaretçiler tarafından teberrüken ziyaret edilegelmektedir.



Dağıstanlı göçmenler, özellikle yüzyıllar önce Orta Asya’da kök saldığı gibi Dağıstan’da da güçlenerek gelişen tasavvufun Nakşbendiyye yolunu taşımakta olan, manevi doruklarda yaşayan bir şeyhin himayesinde, O’nun himmet nazarları altında olmaktan dolayı çok mutluydular. Bu kutlu insanı kuşatan ilahi bereketten nasibdar olarak adeta kutsanmış olan köylerinde, Rus istilacıların zulmü altında nesillerdir yitirmiş oldukları güven , huzur ve sevgiye kavuşmuşlardı.



Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin’in hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetlerin, sohbette bulunan “katibler” tarafından not alınarak kaydedilmiş el yazması örnekleri, önceleri elyazısı ile Latin alfabesine çevrilerek çoğaltılmış ve daha sonra Hasan Burkay’ın himmeti ile “Menakıb-ı Şerefiyye” adı altında, ayet ve hadislerin kaynağı gösterilerek  aslına tamamen sadık kalınarak kitablar halinde basılmıştır. “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin usulünce sohbete çok önem vermiş ve bağlılarının eğitiminde en etkin vasıta olarak kullanmıştır. Bu himmeti halen de matbu hale getirilmiş olan sohbetlerinin okunduğu meclisler vasıtasıyla gerek Güneyköy’de gerekse bağlılarının dağıldığı Türkiye’nin her köşesinde sürdürülmekte ve menbaı olduğu feyz ve bereketten istifade etmek ölümünden sonra da  mümkün olmaktadır.



Şeyh Şerâfeddin, kendisi asla boş konuşmadığı gibi zikir meclisleri dışında bulunduğu ortamlarda da boş-malayani konuşmalara izin vermez, hatta o kadar ki bulundukları meclisde ileri-geri konuşanları  oradan  uzaklaştırırdı. Her ne vakit, beraberinde oturulsa  Şeyh Şerâfeddin’in sohbetine katılanların  kalblerinden dünya sevgisinin kalktığı bildirilmiştir. Asla, en azından üç ayet de  Kur’an-ı Hakîm  tilavet edilmeden ve on kelime-i tevhid ile on salavat-ı şerifeden ibaret olsa bile zikr edilmeksizin oturulmasını istemezdi.Bir sohbetinde sohbet adabı hakkında kuralları bizzat, ince-ince sıralamıştır :



Sohbet için mutlaka dokuz şart lazımdır:



Bir yerde toplantı ve sohbet  için davet olunulduğunda o mecliste asla şeriata aykırı bir şey olmamalıdır. Her ne kadar davete icabet sünnet ise de, eğer  bir toplantıda yemek-içmekten başka bir maksat yok ise o meclisten hiçbir fayda hasıl olmayacağından o davete icabet etmemelidir.

Yemek sırasında adâba ve sünnet-i seniyyeye riayet edilmelidir.

Bir  mecliste konuşuluyorsa münkirattan, inkardan ve malâyâniden , boş sözlerden içtinab etmek , kaçınmak lazımdır. Eğer bir yerde yalan, gıybet vs. var ise, imanı olanları bun­dan men etmeli, uyarmak için nasihatte bulunulmalıdır.

Sohbetin bir yöneticisi olmalıdır. Sohbet yerinde kargaşa olmamalı, herkes sakin şekilde oturmalı, bir nizam ve intizam üzere olunmalıdır.

Sohbet meclisine sirayet edecek derecede gam ve kasavet sahibi olan bir kimse mecliste oturmamalıdır. Kalbinde bir dert ve sıkıntısı olanlar, sohbete git­memelidir.

Manevi sohbet meclisinde  dünya işleri  ve  geçimle ilgili şeylerden  bahsedilmemelidir. Zira bunun yeri,  tasavvuf sohbeti  değildir.

Davet sahibinin o davetten muradı ne ise, onu iyi anlayıp mükemmel surette ihtimama ve muradına cevap vermeye gayret sarf etmelidir. Ancak yine davet sahibinin  arzusundan ziyade diğer kimselerin arzusuna bakılmamalıdır.

Sohbet meclisini  üç ya da beş saatten ziyade uzatmamalıdır. Zira, ziyade olursa söze malayani  ve takvaya muhalif unsurlar  karışır.

Sohbet sonunda, o mecliste sâdır olan  ahkâma aykırı söz ve davranışlar  için, yirmi beş kez is­tiğfar edilmelidir. Sohbetten sonra birkaç ayet  okunmalı ve bağışlanmalıdır.

Eğer bir sohbet meclisinde bu dokuz şarta riayet edilirse, tarikatın önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin   sırrına mazhar olunurken , aksi halinde bir hidayet ve fazilet hasıl olmaz.”

Günümüzdeki sohbet ortamları dikkate alınırsa bu kuralların -özellikle birkaçının- ne kadar önemli olduğu hemen görülecektir. Bu konudaki tavsiyelerinden birisi olan rızk ve maişet düşüncesi, kaygısı  olan kimselerle oturulmaması ve onlarla sohbet etmenin tasavvuf yolcusuna zararlı olacağı konusundaki uyarısı,  geçim kaygısının herkesi sardığı günümüz için dikkat çekicidir. Ayrıca, sohbette maddi kazanç, kâr-zarar işlerinin konuşulmaması uyarısı,  sohbetin bir yöneticisinin olmasına dikkat edilmesi kuralları  günümüzün neredeyse her kafadan bir ses çıkan sohbet ve toplantılarının neden feyz ve bereketten yoksun olduğu sorusunun cevaplarını içermektedir. Günümüzde binbir kaygı içinde bunalan ve stres denilen “kabz hali”ndeki kişilerin sohbet meclisinden uzak durması uyarısı “hallerin sirayet edici” olduğuna işaret etmesi yönünden üzerinde çok düşünülmesi gereken bir husustur.



Daha Dağıstan’da iken en uzunu 3 yıl sürmek üzere birkaç kez halvete girmişti. Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) yakınındaki bir yamaçta bulunan bir mağarada Şeyh Muhammed Medeni’nin emri ile altı ay sürecek bir halvete daha girdi. Aslında  kalabalık arasında da daimi bir halvet halini yaşıyordu (=halvet der encümen). Halveti sırasında , İlahi aşkın pek çok makamı O’nda zahir oldu. Halvetten çıkar çıkmaz Şeyh’i halka nasihat etmek ve yol göstermek üzere kendisine yetki verdi ve halkın yönlendirilmesi ve irşadındaki tüm sorumluluk Şeyh Şerâfeddin’e verildi. Bu dönemden itibaren tasavvuf tarihinde pek nadir olarak görülen bir şekilde, müridinin ulaştığı derecenin kendi derecesinin fevkınde olduğunu anlayan mürşidi Muhammed Medenî, irşad vazifesini, evladına devrederek, bütün müntesipleri  ile birlikte kendisi de, ona biat ederek tabî olmuştur. Şeyh Ebu Muhammed O’nu bir müridi ve damadı olarak yetiştirmişti; şimdi mürşid,  tarikatın bir müridi oluyordu. Şeyh’inin birlikte bulunduklarında daha yüksekçe bir yerde oturması şeklindeki  ısrarına itaat etmek zorunda kaldı. Şeyh Şerâfeddin, Nakşbendiye silsilesinin tasavvufi öğretisini yaymakta mürşidinin mevcudiyetinde dahi yetkili kılındı. Bundan sonra Muhammed Medeni, her konuda Şeyh Şerâfeddin’in görüşlerini onayladığını ilan etmiş ve kendisine intisab etmek isteyen talibleri yeğenine yönlendirmeğe başlamıştır.



Şeyh Şerâfeddin manevi olarak Cemalüddin Gazikumuki ve Dağıstan’daki şeyhi Ebu Ahmed es-Suğuri‘nin himmeti ile desteklendi. Allah aşkında  Fenafillah  mertebesine erdi. Şeyh Şerâfeddin, Rasûlullah (s.a.v)’in manevi mirasçılarındandır. Bu manevi ilişki vasıtasıyla insan-ı kamil –mükemmellik- makamına erdi. Rasûlullah (s.a.v)’in en önde gelen   sahabelerinden olan   ve Peygamber (S.a.v.) Medine-i Münevvere’den ayrılırken yerine vekil olarak tayin ettiği Mikdat ibn el-Esved’in soyundan gelen  birisiydi. Şeyh Şerâfeddin sırtında Rasûlullah (s.a.v)’in elinin işaretini taşırdı. Bu doğum lekesini uzak atası Mikdat ibn el-Esved’den miras olarak almıştı. Rasûlullah (s.a.v) elini Mikdat ibn el-Esved’in sırtına koymuş ve O’na soyundan geleceklere dua etmişti.



İslami bilimlerin her alanında olduğu gibi fıkhın en zor ve derin meselelerinin çözümlerinde de müçtehid düzeyinde bir otorite idi. Zamanının fetva vermeğe yetkin alimlerinin en önde geleniydi. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in hıfzı ve yazımında yetenekli bir hafız ve hattattı. Rasûlullah (s.a.v)’in siretini ayrıntıları ile bilirdi ve hadis ilimlerinde, rivayet senedleri konusunda deha derecesinde yetkin bir alimdi. Bütün bunlar O’nun zahiri-batıni ilim dolu sohbetlerine yüzlerce bilgin ve ilim talibinin neden  hassasiyetle devam ettiğini izah etmektedir.



Şeyh Şerâfeddin, Osmanlı sarayının İslami konularda danıştığı kişilerden birisi olarak da kaydedilmiştir. Bu konuda değişik rivayetler de özellikle yakın tarihte vefat eden yakın bağlılarından Ali Usta’nın hatıratında nakledilerek günümüze ulaşmıştır. Bugün Şeyh Şerâfeddin’in torunları nezdinde saklanan bir emanet olarak hâlâ “ziyaret edilen“ Rasûlullah’ın sakal-ı şerif köye getirilmesi konusunda Ali Usta’nın anlattıkları Osmanlı Sultanı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişkinin de somut kanıtlarını içermektedir. Ali Usta halen Reşadiye köyünde Şeyh Şerâfeddin’in hanesinde mevcut olan sakal-ı şerif ile anısını şöyle dile getirmektedir: “-Şeyh Efendi, -bizzat davet edilmek suretiyle-  Ossmanlı sarayına Sultan Reşad’a çok giderdi. Sultan Reşad dini konularda bir çok sualler sorar; Şeyh Efendi de cevaplandırırdı. Mesela, bir keresinde Sultan, “Hızır (a.s.) halen  hayatta mıdır?” diye sormuş ve Şeyh Şerafedin’den  ‘Evet’ cevabını almış. Bir gün de Sultan Reşad, Şeyh Efendi’ye kendisinden  bir isteği olup olmadığını sorunca  Şeyh Efendi de “Hırka-i Şerif’deki, Rasûlullah Efendimizin Sakal-ı Şerifinden bir tane –teberrüken- isterim”, demiş. Emir vermiş Sultan Reşad;  bir sakal-ı şerif  teli getirmişler; Şeyh Efendi, “Bu sahte” demiş; bir ikincisini getirmişler: “Bu da hakiki değil” demiş Şeyh Efendi. Üçüncü gelince, “Es-Salatü vesselamu aleyke ya Resulallah” diye selamlamış ve Rasûlullah’ın emanetiyle Güneyköy’e dönmüştü. „



Köyün isminin Osmanlı Sultanı’ndan ilhamla Reşadiye olarak verilmesi de Osmanlı sarayı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişki konusunda zaten bir nebze ipucu vermektedir. Küçük bir köy sayılması gereken Güneyköy’deki medresede bin kadar talebenin eğitim gördüğü ve bu talebenin masrafının Osmanlı Sultanı tarafından vakfedilen vakfiyelerin gelirlerinden karşılandığı rivayeti, o devirde bir köydeki ilim muhitinin etkinliği hakkında oldukça önemli bir fikir kaynağıdır. Köydeki iki camiden birisi olan ve medresenin de bulunduğu külliyenin klasik bir Osmanlı eseri oluşu, köy meydanında Osmanlı Sultanı Sultan Reşad’ın tuğrasını taşıyan görkemli çeşme ve hâlâ işletilmekte olan ve talebenin ihtiyaçları için vakfedildiği bildirilen “Reşad Menba Suyu“  işletmesi,  bu vakfiyenin bir mirası  ve köye verilen önemin somut kanıtı olarak hâlâ ayaktadır. Osmanlı Sarayı’na bu doğal kaynak suyundan gönderildiği rivayetleri de dikkat çekicidir. Bu kanıt ve bilgiler Osmanlı Sarayı-Reşadiye (Güneyköy) ilişkisi konusunda ciddi bir araştırma yapılması gereğine işaret etmektedir. İlişkide olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi makamları nezdinde saygın bir alim düzeyinde ayrıcalıklı bir  muamele görmüştür.



Şah-ı Nakşbend’in Şeyh Şerâfeddin Hakkındaki Açıklaması :



Halefi Abdullah ed-Dağıstanisohbetlerinden birisinde  şunları anlatmıştır:



“Şeyh Şerâfeddin’in izni ile girdiğim halvetlerimden biri esnasında bir gün mürşidim yanıma geldi ve  Şah-ı Nakşbend’in manevi büyüklüğü ve özelliklerinden sözederek O’nu övdü ve mahşer günü bağlılarına nasıl himmet edeceğini anlattı : “Bir kimse Şah-ı Nakşbend’in gözlerine bakarsa onların siyahtan beyaza, beyazdan siyaha döndüklerini görecektir. O, ruhani himmet gücünü mahşerdeki hesap günü için muhafaza etmeyi ve bu dünya hayatında kullanmamayı tercih etmişti. Hüküm gününde sağ gözünden dışarıya göndereceği ışık hüzmesi, mahşer alanında çevrelediği kalabalık bir topluluğu kuşatan  bir halka halinde sol gözüne dönecektir. Kim bu nur ile kuşatılırsa himmetine nail olacaktır…” Şeyhimin bu sözlerinden sonra, hüküm gününü müşahede ettiğimde  güçlü bir vizyon halinde anlatılanları deneyimledim ve  Şah-ı Nakşbend’in gözlerinden çıkan Nur’u, halkı korumak için himmet ederek gönderişini gördüm. O vizyonu gözlediğimde  kalbimdeki Şah-ı Nakşbend’e karşı duyduğum büyük sevgi çoğaldı ve koşup ellerini öptüm.



Sonra o vizyon sona erdi ve Şeyhim de gitti. Ben ise zikir yaparak, Kur’an-ı Kerim okuyarak ve dua ederek inzivama devam ettim. Aynı günün gecesinde yatsı namazını kıldıktan sonra üzerime beni müşahede haline sokan bir kendimden geçme hali geldi. Şah-ı Nakşbend’in halvet yerime girdiğini gördüm. Bana ‘Benimle gel oğlum’ dedi. Sonra ruhum bedenimden ayrıldı ve aşağıda kalmış hareketsiz bedenimi görüyordum. Şah-Nakşbend’e eşlik ederek zaman ve mekan kayıtlarından kurtulmuş halde görüş yeteneğimiz devam ederken ve yere düşme rsiki olmadan –adeta uçarak- ; nereyi  hayal etsek oraya ulaşmamızı sağlayan bir güç ile seyahat ediyorduk. Bu tarzdaki yolculuğumuza (astral yolculuk da denebilir.) dört gece ve üç gün durmaksızın  devam ettik.



Günlük yiyecek-içecek ihtiyacım için halvetimdeki alışkanlığım halvete girdiğim odanın zeminine vurmak şeklindeydi. Aşağı kattaki eşim bu vurma sesini işittiğinde ihtiyacımı getirirdi.Biizm ruh yolcıuluğumuz sırasında ilk gün o hiçbir vuruş sesi duymadı; ikinci gün yine bir ses işitememişti. Sonunda  öylesine kaygılanmıştı ki kapıyı araladığında   beni hareketsiz bir halde otururken görmüştü. Telaşlanan eşim hemen  Şeyh Şerâfeddin’e gitmiş ve “Gel, yeğenine bak. O ölmüşe benziyor” demiş. Şeyh Şerâfeddin O’na : “Abdullah ölmüş değil; evine geri dön ve  kimseye bir şey söyleme; O geri gelecek.” Diye yatıştırarak geri göndermiş.



Olağanüstü bir manevi güçle üç gün  ve dört gece süren yolculuktan sonra Şah-ı Nakşbend bir noktada durdu: “Ufukta görünenin kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Gösterdiği kişiyi şüphesiz olarak tanıyordum; biliyordum: O’nun benim Şeyhim olduğunu gördüğüm halde, fakat Pir’ime saygısızlık olmasın diye: “Ya Şeyhim, Şah-ı Nakşbend, siz elbette daha iyi bilirsiniz” dedim. Şah-ı Nakşbend “Gördüğümüz kişi Şeyh Şerâfeddin’dir.” dedi. Dünyadaki en yüksek dağdan daha iri ve bir hâlât ile çekiştirilen  bir mahluku işaret ederek “O’nun arkasındaki mahlukun ne olduğunu bilir misin?” dedi. Hürmet ile tekrar “Şeyhim, siz daha iyi bilirsiniz…” dedim. “O da şeytanın misalidir.” dedi. Her bir velinin bir özel hususiyeti var olduğu gibi senin mürşidin Şeyh Şerâfeddin’in özelliği de bu kudretidir.  Sonra Şah-ı Nakşbend, ruhani gücü ile günahkarların kalblerini yüceltiyor ve hüküm gününü de kapsayan bir Nur halesi içinde olacak şekilde selamete hazırlıyordu. Yolumuzdan gelen bazı  kimseler Kadir Allah’ın verdiği kudret ile ve  Rasûlullah (S.a.v.)‘in şefaatine uygun olarak Şeyh Şerâfeddin’in himmetine gireceklerdir. Bu yöntem Şeyh Şerâfeddin’e  özgüdür ve bu olağanüstü yetki O’na verilmiştir. Şeyhinin Muhammed ümmeti ve tüm insanlık için daha önce hiçbir veliye verilmeyen şekildeki bu işlerini bil !..”



Şah-ı Nakşbend sonra bana hitaben:  “Evladım, kalbindeki muhabbet ile  yetiştiriliyorsun. Bir yeri sürekli temizleyen fakat iki yeri temizleyemeyen bir su çarkına tam benzer olarak seni Şeyh’ine bağlayan aşkın sadece Şeyh’in için olmalıdır. Eğer iki şeyh arasında bölünürsen bir yeri tam olarak temizleyen ancak iki yeri eşit olarak yıkamağa yetmeyen bir su çarkı gibi aşkın yetersiz kalabilir. Kalbine oraya-buraya yönelmesi için hürriyet verme. Senin bu aşkın ‘Altın Silsile’ boyunca bana ve Rasûlullah (S.a.v.)’e kadar ulaşacaktır. Muhabbetini Şerâfeddin ile ikimiz arasında yarıya bölme !.. ”



Bu ruhani yolculuktan sonra Şah-ı Nakşbend beni yine dört gün üç gece süren seyahatle  geri getirdi. Ruhumun bedenime tekrardan girdiğini hissettim; gövdemi bölüm-bölüm ve her bir hücremin görevini anlamamı sağlayan bir kavrayışla vücudumu hücre-hücre izliyordum. Ruhum bedenimde tamamen yerleşince ‘vizyon’ kesildi ve eşime bedenime gerekli olan  enerjiyi sağlamak için yiyecek ve çay getirmesi için odanın zemini tıklatarak haber verdim. Anladım ki bu ruh seyahati Şeyhim, Şeyh Şerâfeddin’le ilgili olarak  Şah-ı Nakşbend’in vereceği sırlar  için yaptırılmıştı.”



En ileri düzeyinde olmak üzere zikr-i sultani sırrına sahib olduğu ve günün her anında, en ufak bir gaflete düşmeksizin Allah’ın huzurunda, daimi zikir halinde bulunduğu pek çok kişi tarafından müşahede edilmiş ve anlaşılmıştır. Şeyh Şerâfeddin, en kamil anlamıyle tüm varlığına hakim olan ‘sultani zikir’ konusundaki bir sohbetinde tasavvufun en girift sırlarını içeren bu konuya olabildiğince açıklık getirmektedir:  “ Allah adı bütün isimlerin sultanıdır. Çünkü Allah ismi, Rabbimizin diğer kutsal isimlerinin tüm  anlamlarını kapsar ve tüm sıfatlarını da ifade eder. Yine bu sebeble Allah adı, en yüce, en övülmüş, en büyük  olmasından dolayı “en görkemli isim“ [ İsm-i Âzam ] olarak  adlandırılır ve kabul edilir. İnsanın maddi  bedeni Allah’ın varlığının gerçekleşmelerinin tümünü kuşatıcı olamaz ve tevhidin kainattaki gizemli saltanatına ve bu sırrın ardındakilere aklımızın kavrayabildikleriyle ulaşmak imkansızdır. “İlahi Gerçeklik“ deryasının kıyısına  ulaşabilmiş, ilahi sırrın bilgisinden hisse almış az sayıda insanlarda  büyük bir şaşkınlık ve hayret hali ortaya çıkar. Bu durum oldukça tehlikelidir ve kişi kolayca doğru yoldan sapabilir.



Öyleyse ilahi sıfatlar hakkında yüksek kalitede bilgi sahibi olanlar  için,  herşeyde Allah’ın sıfatlarını ve yaratılış özelliklerini gösteren  bir işaret var mıdır? ‘Esmaü’l- hüsna’ olarak bilinen Rabbimizin 99 isminin işaret ettiği sıfatların herbirinin gizli  sırlarını içeren  İsm-i Azam’ın özü tarafından kuşatılan bilgi bile henüz kavranılmaktan çok uzaktır. Şu anda sadece bazı insanların  bütün ilahi isim ve sıfatları kuşatan Allah isminin nurunun keşfi mertebesine ulaşmalarına izin verilmektedir. Eğer ilahi esrara talib olan talihli arayıcı,  en kutsal olan isim olan “Allah” adı ile zikre devam ederse bu zikrin yedi merhalesinde yürümeğe başlayacaktır ve mutlaka kemal, itminan haline erer ve zikri de  kusursuz hale gelir.  Bu andan itibaren talib, dilini hiç hareket ettirme ihtiyacı duymaksızın kalbinde  “Allah-Allah” isminin tekrar edildiğini anlar. Nefsindeki tüm kötü huyların arınması, gönlündeki kirlerin yanmasıyla kalbin öz niteliği ortaya çıkar ; çünkü zikir ateşi, gerisinde ruhani enerji ile ışıl ışıl parlayan cevherden başka hiçbir şey, hiçbir kir  bırakmaz .



Zikr insanın kalbine girip yerleşince ve kalbinde dal budak sardıkça kişi, kainattaki herşeyin zikrini algılama seviyesine ulaşana kadar yükselir. O zaman kainattaki her şey ama herşeyin kendisi için Allah’ın takdir ettiği tarzda zikrettiğini duyacaktır. Allah’ın herbir mahluku, diğerlerinden farklı tonda ve melodide O’nu zikretmektedir. Talibin  birinin zikrini işitişi diğerini işitmesini etkilemez, bu şekilde  hepsini aynı anda ve farklılıklarını ayırdederek tüm kainatın tesbihatını işitir. Muhtelif zikirler arasındaki farklılığı farketmesi de kabil  olur.



Eğer talib, zikre devamla bu hali de geçerse Allah’ın yarattığı herşeyin kendisiyle beraber Allah’ı zikrettiğini müşahede edecek ve işte o zaman muhteşem vahdet-i vücud deryasına ulaştığını apaçık anlayacaktır: Kainattaki herşey aynı kelimeyi kullanarak, aynı zikri yapmaktadır. Kainatta daha önce gördüğü farkların her biri  hayalinden birer birer silinecek ve herbirisini  kendisi ile aynı makamda aynı zikri yaparken görecektir. Bu Tek[Vahid]’de herşeyin Birlik [“vahdet der kesret”=çokluk içinde birlik] makamıdır. Burada şirkin açık belirtilerinden eser kalmayacağı gibi gizli şirk biçimlerinin hepsinden de  tam olarak kurtulacaktır ve bütün kainat kendisine ‘Bir‘de birlik halinde’ gözükecektir. Bu talibin Allah’a yolculuğundaki yedi  adımdan ilkidir.



İkinci olarak vahdet makamından, tevhidin özüne yolculuk yapacaktır ki bu makam ‘fena bulmayan bekâ’ makamıdır ki bu makamda sadece ve sadece Tek Allah’ın baki olduğu müşahede edilecektir.



Üçüncü olarak kainattaki her bir görünümde keşfe muktedir olduğu mükemmel ‘Tecrid’  [ yalınlık ] makamına yol alacaktır.



Dördüncü aşamada esma makamı diye de bilinen yaradılış nüvelerinin gayb aleminden zuhur aleminde görünür hale gelmesini sağlayan Keşfü’l Esrar makamına yolculuk edecektir. Bu onun isimler ve sıfatlar yörüngesinde yüzmesini sağlar ve gaybi bilgilerden nasibi kadarı  kendisine verilecektir.



Beşinci olarak Sırr’ul Esrar makamı gelir. Gayb’ın tüm içeriğinin aslının bilinmesi  makamına yol alacaktır. Sır aleminin tüm görünümlerinin hepsinin ilahi özün eseri olduğunu bilecek ve  herşeyin ilahi sırrın kudretle  tezahürleri olduğunu anlayacaktır.



Altıncı aşamada Esma ve Efalin Hakikatı makamında seyredecektir.  En övülmüş İsim ile şereflenecek ve Yücelik makamı ile övülmüş olmak suretiyle yüceltilecektir.



Yedinci olarak yüceltilmiş makamdan dünya ve  cennetin sırrı makamına oradan da  İlahi Nüzul makamına yol alır. Talibin dünyevi mevkiine en yakın olan bu makama erdiğinde Zikr’in zakiri ötesinde  zikri vasıtasıyla erişebileceği hiçbir makam kalmamıştır.



Seyr ü sülukdaki fetihler ile yedinci makamı da geçtikten sonra talibin derununda  Nur’un şafağı  zuhur eder ve ‘kemal güneşi’ tıpkı zikir esnasında kalbinde ve ruhunda olduğu gibi bedeninde ve varlığında da kendisini gösterir. Bu noktada Rasûlullah’ın ünlü hadisindeki ilahi zuhur hali ortaya çıkacak ve Hakk “O’nunla işittiği kulağı, O’nunla gördüğü gözü, O’nunla konuştuğu dili, O’nunla tuttuğu eli, O’nunla yürüdüğü ayağı” olacaktır. Bütün bunlardan sonra talib  kendine gelir ve kendi aczini itiraf eder: ”Ben yardıma muhtaç, çaresiz, güçsüz bir kulum”. İşte talib, o anda ‘İlahi Kudret’i kavramıştır.



Her kim bu “Sultani zikir” makamına ermişse ‘Allah’ adının özüne ulaşıp O’nu her an, her yerde, her fiilde  müşahede eder hale gelmiştir.



Şeyh Şerâfeddin, mükemmel bir kemale sahib mürşid-i kamil olmakla İsm-i Azam da dahil olmak üzere esma-ül hüsna’nın tüm isimlerinin mazharı haline gelmişti. Bu durum, cemal sıfatları kadar Celâl sıfatlarının da kişide tezahürü anlamına geldiği için kendisi ile karşılaşanları derhal tesiri altına alan ihtişamlı bir ’ilahi heybet’ mazharı idi. Bu ilahi heybet, gerek Osmanlı sarayında Sultan Reşad ile görüşmelerinde, gerekse Yalova Termal’deki Atatürk köşkünde Mustafa Kemal ile istişarelerinde de tecelli ederek müşahede olunmuştur. Bu tarihi öneme haiz ayrıntı,  bir kısmı hâlâ yaşamakta olan kişilerin tanıklığı ile sabittir.



Tecelli-i Celâl  hali ortaya çıktığında hiç kimse O’nun gözlerine bakamaz; eğer bir kişi buna cesaret ederse bayılır veya O’na doğru kontrol edemediği güçlü bir cezbeye kapılırdı. Bu sebeple bu tecellinin zuhurunu hissettiğinde  ya halk arasından çekilerek gizlenme yolunu  veya bu mümkün olamayacaksa gözlerini kapayacak şekilde bir peçe ile yüzünü örtmeyi adet edinmişti.



Bir gün Yalova’dan İstanbul’a gemiyle geçerlerken gemide birlikte yolculuk yaptıkları bir kadının kendisinin manevi hali konusunda  şüpheleri olduğunu anlayan  Şeyh Şerâfeddin, “Esselamu  aleykum ya ehl-i bahr” diye selam verince denizdeki bütün balıklar deniz üzerine çıkarak adeta selama mukabele ederek   bir süre Yalova gemisine eşlik etmişlerdir. Şeyh Şerâfeddin’in bu kerametine bizzat şahid olan kadının mahcubiyetini izale etmek isteyen Şeyh Şerafeddin’in kadına “ Eğer benden ötede maneviyat konusunda senin şüpheni izale etmek mecburiyeti olmasaydı böyle bir şeyi sergilemek istemezdim” demişti. Zaten tüm tasavvufi hayatı boyunca ulaştığı ve geçtiği hiçbir manevi makamdan bahsetmediği ve bunun başkalarınca dile getirilmesinden de asla hoşlanmadığı bir çok tanıklık ile sabittir.



Herhangi bir bağlısı, tasavvuf yolunda  “kemale ermek için hangi uygulamayı yapayım” diye başvurduğunda kişinin kemalinin buna uygun olmadığını bildiği halde, himmeti ile o kişiye bazı tavsiyelerde bulunur ve kendi manevi gayretiyle asla ulaşamayacağı makamlara erebilmesine vesile olurdu.



Bu yıllarda Osmanlı devleti de dört bir yandan saldırılara uğramakta ve kan kaybetmekte idi. Çanakkale savaşına diğer bütün Türk köylerinden olduğu gibi Güneyköy’den de bütün gençler silah altına alınarak cepheye gönderilmişlerdir. Bu gençler arasında Şeyh Şerâfeddin’in halefi olarak 6 yaşından itibaren eğitimine aldığı yeğeni Abdullah da vardı. Abdullah Dağıstanî Çanakkale savaşı esnasında ağır şekilde yaralanıp cephede kaldığı sırada yaşadığı bir vakıayı anılarında dile getirmektedir. Çanakkale savaşından Güney köye dönen Abdullah’a yaşadığı manevi seyahati soran Şeyh Şerâfeddin böylece cephede savaşan müridlerinin halinden haberdar olduğunu da göstermişti.



Ali Usta, hatıralarında Şeyh Şerâfeddin’le yaşadığı pek çok vakıayı, müşahede ettiği sayısız kerameti nakletmektedir. Ali Usta Şeyh Şerâfeddin Efendi ile intisabının ilk zamanlarında yaşadığı ve mürşid ile mürid arasındaki ruhani ilgiye açıklık getiren  bir olayı şöyle anlatıyordu:



“ I.Dünya Harbi-Seferberlik- esnasında genç bir delikanlı olarak İstanbul’da askerdim ve Şeyh  Şerâfeddin’in elinden tarikata henüz intisab etmiştim.  Birgün, Dağıstan’daki arkadaşlarımdan, bizim köyden olup İstanbul’da oturan ve inatçı karakterli, tasavvufa inanmayan birisi  olduğu için de Şeyh Efendi’ye  muarız olan köyden bir tanıdığımın  bana bir işi düştü. Önce yardımcı olmak istemedim; fakat sonra, ‘birlikte olduğumuz sürede konuşur, bel­ki onu ıslah ederim’ diyerek yardım talebini  kabul ettim. Onunla konuşabileceğimi ve kalbini yumuşatabileceğimi düşündüm ve ona Şeyh’imin kerametlerini, manevi  gücünü anlattım.  Ancak arkadaşım, Şeyh Efendi’nin aleyhinde o kadar şiddetli konuştu ki, onun yerine benim kafam karıştı ve mürşidime itimadımı değiştirdi; maneviyatım bozuldu. Tesbihat dersimi yapmaktan ve Şeyh Efendi’den vazgeçtim; hatta tesbihimi duvardaki çiviye astım ve ve günlük zikrimi yapmayı bıraktım.Neredeyse derhal, şehvetime de yenildim ve büyük günahlardan birisini iki kere işledim.



Bir kaç gün sonra birliğimden askerlerle görevli olarak Sirkeci askeri anbarından erzak almağa gitmiştim. Sirkeci’deki Reşadiye Oteli’ne uğrayıp ‘köyden gelen kimse var mı?’ diye bak­mak için o tarafa yönelmişken yolun öbür ucundan gelen Şeyh Efendi’ yi gördüm. Bir taraftan O’nun geldiğini görünce ondan gizlenmek için yolun diğer tarafına koştum. Gerisin geriye dönüp Dîvânyolu’na saptım. Kendisini bıraktı­ğım için karşılaşmak istemiyordum. Kendimi sakladığımı zannederken  birden  arkamda bir el hissettim; kaçıp giderken nasıl oldu ise, omuzumdan tuttu beni… Şeyhim  bana  “Ya Ali, nereye gidiyorsun?” diye soruyordu. “-Nereye kaçıyorsun böyle? Gel bakalım arkam sıra…”  dedi. O’nunla birlikte döndüm ve yolda ‘Kendimi Şeyh’den bir daha gizleyemem ve Şeyh artık bana hiçbir şey veremez.” diye düşünüyordum:



Dîvânyolu’ndan Eminönü’ne kadar geldik. Eminönü’ne yaklaştığımız vakit: “- Ali Usta, bak Allah’ın sanatına. Bu kadar mahlûkat, bu kadar insan var. Hiç, biri birine benzeyen var mı? Bunda Allah’ın büyük hikme­ti var…” dedi. O bunları söylerken benim içimde bir şeyler dönüyor; Abdullah’ın söyledikleri hatırıma geliyor. İçimden ‘Sen beni artık geri çeviremezsin’ diyorum. Epeyce sonra Bab-ı Ali Caddesine döndü. Bab-ı Ali Caddesi’nden Cağaloğlu’na doğru gittik ve bir kahvehaneye girdik. Küçük bir kahvehane. Bir masa ve bir kahve ocağı var, kahveci yok içinde. Mareşal Fevzi Çakmak’ın da mürşidi olan  Küçük Hüseyin Efendi orada oturuyor. Biz de, selam verip oturduk. Şeyh Efendi bana dönüp dedi ki: “-İnsanda binbir tane kötü ahlak vardır. Herkes kötü huylarla  birlikte bazı iyi huylara da   sahiptir.  Sen bu yola girme­den evvel bunların neredeyse hemen  hepsi sende mevcuttu. Sen bana ilk geldiğinde sana baktım ve sendeki karakterleri gördüm. Bu Nakşbendi yolunda yapı­lan mücahede ile,  intisab ettikten sonra daha önce yaptığın tüm kötü işleri terk edip iyi işlere  çevrildi. bu kötü huylardan, hatalardan  sende sadece iki tanesi  kaldı: Cinsel şehvet ve gazab . Onları da bu hafta içinde icra ettin ya…” dedi. O bu iki hatamdan  bahsedince cinsel şehvet ve öfkemi sergilediğim zamanlar, haberdar olduğunu anladım ve ağlamağa başladım; ağladım, ağladım… Hakikaten, o hafta içinde şehvetime ve gazabıma yenilerek iki büyük günah işlemiştim. Ben ağlarken Şeyh Şerâfeddin, Küçük Hüseyin Efendi adlı şahıs ile başbaşa verip, Dağıstan’da doğduğumdan, bölgedeki tüm dilleri bilmeme rağmen daha önce hiç işitmediğim bir dilde konuşmağa başladılar. Çok sonradan Küçük Hüseyin Efendi ile Şeyh Şerâfeddin’in aralarında çok nadir bir dil olan Suryanice konuştuğunu anladım. Neredeyse iki saat ağladıktan sonra Şeyh Şerâfeddin döndü bana:  ““-Yeter artık Ali! Bu kadar ağlamak yeter! affettik seni…” dedi. O vakit ben : “-Şeyhim, sen benim yaptığım bu işleri bildikten sonra, Resul-ü Ekrem muhakkak bildi; Allah bizzat her şeyi görür. Ey benim kalb gözü açık Şeyhim, beni gerçekten hoş gördün mü? Rasûlullah(S.a.v.) benden razı mı? Allah beni affetti mi? Ben o büyük günahları irtikab ederken, yaptığım herşeyi tek başıma yaptığımı düşünüyordum, fakat şimdi anladım ki herşeyden haberdardınız.” dedim.  “-Sen kusurumdan geçtin ama Allah da affeder mi?“ diye sordum. “Ah oğlum, biz Rasûlullah(S.a.v.)’ın kapıcısı ve Allah’ın kapısının kullarıyız. Her ne şekilde olursa olsun,  başvurursak bizi kapıdan çevirmezler, kabul ederler.” dedi.



“-Peki, Şeyhim Allah’ın lütfuna karşı, bu ihsanına karşı şükren ne yapayım ben? Buna karşılık tarafımdan güzel bir kulluk  olmak üzere affedildiğim için Allah’a şükür ve seninle Rasûlullah’ın hürmetine sunmak üzere ne yapabilirim? Mevlid mi okutayım,  ya da bir  mescide bir kandil mi bağışlayayım veya bir diğer sadaka mı sunayım ?” diye sordum. Şeyh Şerâfeddin: “-Senden isteğimiz yalnızca şudur: Nakşbendi yolunun zikrinde sebatkar olman…” diye cevapladı ve devam ederek “Ali Usta, sen bu altı günü unutma, bu sana yeter…” dedi. Bir hesap ettim: Beni yolumdan, zikrimden  caydıran arkadaşım ile konuştuğuma tam altı gün olmuştu…”



Şeyh Şerâfeddin tarafından konulduğu halveti sırasında Ali Usta’nın manevi irşadı sürerken yaşadıkları da gerçek tasavvufi eğitimin niteliği hakkında fikir vermektedir: “-Bir akşam halvette iken bana manen “Kalk ! ” dediler. Kalktım. Dört saat uyku hakkımız var halvette; baktım daha iki saat uyumuşum; ’Uykum tamam değil’ diye tekrar yattım. Ya­rım saat sonra yine, manen  kaldırdılar beni… Kalktım, gittim abdest aldım. İki rekat sünnet namazı kıldım. Otururken yukarıdan, ’bir genç delikanlı sesi’ gibi bir ses geldi bana: “-Allah, dünya semasına nazil olmuş, nida ediyor: “Tevbe eden yok mu?; tevbesini kabul edeyim. İstiğfar eden yok mu?; mağfiret edeyim” diye… Allah nida ederken, siz yatağınızda nasıl uyuyorsunuz?“ Şeyh Efendi’den de emir var: ’Halvette fevkalade bir şey gördüğünüzde bana gelin…“ diye… O sabah Şeyh Efendi’nin evine gittim, yaşadıklarımı anlatmak için. Şeyh Efendi beni görür görmez dedi ki: “-Ali Usta, halvet tamam…“ Cevap vererek: “-Şeyhim, ’Halvet tamam’ dedin; amma, ben altı aydır o halvette  bir kere bile Allah’a layık ibadet edemedim…“ dedim.



“-İşte” , dedi, “halvetten maksat bu idi. Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz de her ibadetin sonunda “Ya Rabbi, Sana hakkıyla ibadet edemedim, Seni hak­kıyla tanıyamadım.” derdi. Uzletten maksat insanın hiçliğini anlamasıdır…”  Şeyh Efendi’ye halvette işittiğimi sormaya niyet etmiş, lakin onu gördükten sonra bu konuyu sormayı unutmuştum. Şeyh Efendi, sohbette bu ayeti ve melaikelerin seslenişlerini anlatırken: “-Bu sesi işiten çoktur” buyurdular. Neden sonra ben müsaade istedim; ayrılıp gidiyordum ki,  Şeyh Efendi bana: “- Ali Usta! Sorunun cevabını,  tamam almadan gitme…” buyurdular. O zaman ayıldım ve işittiğim sesin mahiyetini soracağımı hatırladım. Şeyh Efendi buyurdu ki: “- Oğul, hatif üçtür: Biri, Allah’ın; biri melaikenin; öbürü şeytanındır. Cihetsiz gelen hatif  Rabbanidir. Ta tepeden gelen ses ise melaikenindir. Sağdan ve soldan gelirse o zaman düşün !“  buyurdular. Ben de: “-Ah Hazret ah! Ben soracağımı unuttum gidiyordum. Siz böyle herşeyden haberdar mısınız? dedim. Şeyh Şerâfeddin cevaben buyurdular ki: “Kutbü’l-Aktab, Okyanus’un içindeki hayvanattan dahi haberdar ve  mes’uldür…”



Yalova’daki göçmenlerin Dağıstan ile olan irtibatları ise nadir de olsa giden gelenlerin taşıdığı mektublar vasıtasıyla  -zayıf da olsa- sürüyordu.  Bu çerçeevede Ali Usta’nın ailece Türkiye’ye gelişlerinden 9 yıl sonra bir ailevi sebeple atayurdu Dağıstan’a gittiği sırada şahidi olduğu bir başka kerameti yansıtan vakıa da  Rasullulah Efendimiz’in  dünya ile devam eden irtibatı konusunda oldukça dikkat çekicidir:  “Ben 24 yaşında iken Dağıstan’a geri gidecektim. Hareket etmeden önce vedalaşmak için köye uğradığımda Şeyh Efendi bana haber gön­dermiş: ‘Dağıstan’a bir mektup yazacağım. Ali, bizzat gelsin, mektubumu alsın’ demiş. O akşam yanlarına gittim. Büyük Şeyh Efendimiz  Muhammed Medeni ve Şeyh Şerâfeddin yanyana oturdular. Büyük Şeyh Efendi söylüyor; Şeyh Şerâfeddin yazıyordu. Uzunca bir mektup yazdılar. Bana ‘Bu mektup Rusların eline geçmesin’ dediler. Kunduracı olduğum için kendime yaptığım ayakkabının altını kaldırıp topuktaki dolgu yerine o mektubu koydum; kapadım. Dağıstan’a vardım. Mektubu sahiplerine götürdüm, kapılarına dayandım: “- Hacı Nasuh’un evi burası mı?” diye sordum. Kapıya dört kişi çıktı. Babaları 90 yaşında; Dağıstan’ın en bü­yük alimi imiş. Bir de Murtaza isminde, muhterem bir zat olan damadı var. “-Size Türkiye’den Şeyh Şerâfeddin’den mektup getirdim” dedim. Mektubu aldılar ama, bana soğuk davrandılar, ‘buyur’ etmediler; fakat ‘kış günü, nereye giderim şimdi?’ diye utanarak zorla eve girdim; “buyurun” demedikleri için sanki cenazem girdi. “Yemek yiye­lim, mektubu öyle okuruz” dediler. Yemek yedik. Oğulları benden Türkiye’yi soruyor; baba da mektup okuyor. Derken adam: “- Bakın çocuklar, dedi, ne yazıyor: ‘Dağıstan’ı derhal terk et ! Çünkü oralarda  ruhaniyet çok zayıflamıştır. Rus işgalindeki topraklardan Pey­gamber (S.a.v.) Efendimiz’in nazarı kalkmıştır. Pek yakında ilahi koruma da kaldırıldığında zalimlerin zulmü şiddetlenecek; Ruslar,  sizi daha da ağır bir tahakküm altına alacaktır.’  “Bu olamaz. Burada diyor ki: ‘Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz’in nazarı oralardan kalkmıştır.’ Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz ‘Rahmeten-lil-alemîn değil midir? Burası da alemden bir kıta değil midir? Buradan da nazarının kalkmaması lazım…” dedi. Okumağa devam etti: “Türkiye’de Bursa’daki Reşadiye karyesine gelin.”  Kendisine hitaben bu mektub yazılan  Hacı Nasuh, mektubu alıp önemsemeden bir kenara koyacaktı ve herhalde  “Nasıl bütün mal-mülkümü ve sahip olduğum herşeyi terkedebilirim?” diye düşünmüştü. Bu itirazları  karşısında ben daha da üzüldüm;  “Karar vermeden mektubun tamamını okuyun “ dedim.  Mektubu okumaya devam eden baba, birden durdu ve: “- Çocuklar iş bildiğiniz gibi değil” dedi. “Bu mektubda  açık bir keramet var. Bu mektubu halka dağıtmaya mecburum; ’Rus’lardan zarar gelmesin’ diye kendi ismimi siler, öyle dağıtırım. Bak ne yazıyor: ’Gözden şehrinde sen müderris iken ikindi namazından sonra kabristanı ziyarete çıktın. Bir mezar başında oturup Kur’an okurken meçhul bir kişi geldi sana; iki şey vasiyet etti. Bu vasiyetin birisini unutmadın, biliyorsun; ama, ikincisini unuttun. Unuttuğun şey bu mektub idi. “Türkiye’den sana bir mektub gelecek, unutma“ demişti sana o kişi… Ama sen bunu unuttun. Bu şahıs, Hızır (a.s.) idi.’ Çocuklar, bu olay aynen olmuştur. Ben bunu o zaman bir kişiye söylemiştim. Bu vakanın o kişinin ağzından Şeyh Muhammedü’l Medeni’ye ulaştığını  farz edebiliriz. Ancak bugünlerde mezarlıkda rasladığım adamın bana iki şey vasiyet ettiğini ve ikincisini unuttuğumu düşünüyordum. Unuttuğumu da kimseye söylemedim. Bu büyük bir keramet…“ O andan sonra bana karşı davranışları değişti. O gece beni bırakmadılar. Ertesi gün Rus’lar gelip beni hapse attılar. Tanıdığım bir mekteb müdürü, kefil olup beni hapisten çıkardı ve evine götürdü. “İki gece bende misafirsin. Şeyh Şerâfeddin’i çok medhediyor­lar. Sen de O’nun yanından geldiğinden sana kefil oldum…“ dedi. Ancak daha sonra haber alındığına göre Hacı Nasuh’un köyü  çok geçmeden Ruslar tarafından işgal edilip, Türkiye’ye göç edemeden Hacı Nasuh’un ailesinin birçok  ferdi  katledilip herşeylerine el konulmuştu. Hacı Nasuh’un kendisi ise Şeyh Şerâfeddin’in yolladığı mektubu hatırlayıp gereğini yapmakta gecikmesine pişmanlıkla binbir güçlüğe katlanarak nihayetinde Reşadiye köyüne ulaşmayı başarmıştı. Ne yazık ki, Şeyh Şerâfeddin’in uyarı ve göç tavsiyesine uymakta gecikmesinin bedeli olarak malı-mülkü ile birlikte bir çok sevdiğini de kaybetmişti.



Şeyh Şerafededdin’in  manevi derecesini işaret eden bir  vakıa da bir İslam bilgini olan “Şeyh Servet” adı ile meşhur  Türkiye Büyük Millet Meclisi birinci devre Bursa Milletvekili Servet Akdağ ile aralarında cereyan etmiştir. Servet Efendi, gençliğinde Mevleviyye tarikatına  intisab ederek Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin ruhaniyetinden feyz almaya çalışmış. Fakat  bir  rüyasında Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin kendisinin mürşidi olmadığı, Bursa ‘da Dağıstan muhacirlerinin kurdukları köydeki Dağıstanlı Şeyh Şerâfeddin tarafından irşad olunacağı kendisine bildirilmiştir. Ne bu köyü, ne de orada böyle bir kimse­nin bulunduğunu bilmediği halde, yaptığı araştırma neticesinde rüyasının gerçek olduğunu görmüş ve Şeyh Şerâfeddin’e intisab etmiştir. Ancak  intisa­bını kabul etmeden evvel mürşidine tam itimatla bağlanabilmesini temin için hakkında gerekli incelemeleri yapması ve bu hususta vaki olacak zuhuratı ve hasıl olacak kanaati kendisine bildirmesi için O’na bir süre vermiştir. Bu sürede Servet Efendi, bir gece rüyasında Hazret-i Muhammed (S.a.v.)’i ve O’nun arkasında Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî’yi görmüş ve Rasûlullah Efendi­miz (S.a.v.) Şeyh’e işaretle mürşidinin bu Zat olduğunu ve kendisine intisap eylemesi gerektiğini bildirmiştir.



Ertesi gün, bu haberi vermek üzere  Şeyh Şerâfeddin’i ziyarete giden Servet Akdağ’ı  gülerek karşılamış “Anlat bakalım gördüğün rüyayı…” deyince Servet Bey, mürşidinin rüyasından tamamiyle haberdar olduğunu anlamış ve rüyam sizce de malum bulunduğuna göre buyurun siz anlatınız” diyerek rüyayı mürşidinin ağzından dinlemiş ve her ikisinin de bu rüyayı aynı zamanda birlikte gördüklerini hayretle öğrenmiştir. [Kaynak:  Sinan Onbulak, Ruhi Olaylar ve Ölümden Sonrası, 1975]



Ali Usta da Şeyh Şerâfeddin ile Şeyh Servet arasındaki ilginç ilişkiye anılarında yer vermektedir: “ Ben Bursa’da iken Şeyh Servet, Bursa’dan Arabistan’a gitti. Şeyh  Şerâfeddin’e gittim. “-Şeyhim, Servet Efendi Arabistan’a gitmiş diye işittim.” dedim. “-Evet, giderken bana geldi ve ‘Şeyhim ben seni anlayamadım, tanıyamadım’ dedi” , diye cevapladı ve devam etti:  “-Sen beni anlayamazsın. Nasıl beş yaşındaki çocuk seni anlayamazsa, sen de beni anlayamazsın”, dedim, “Ama ben seni biliyorum. Beş yaşındaki bir çocuğun makamında bir adamsın”, dedim Servet’e… Böyle, benden vazgeçerek gitti Arabistan’a…”  dedi.



Uzun yıllar Türkiye dışında kalan  Servet Efendi, Şeyh Şerâfeddin’in 1936 ‘daki vefatından sonra Arabistan’ dan döner ve Bursa’da Ali Usta’yı ziyarete gelir.  Bundan sonrasını Ali Usta şöyle anlatmaktadır: “-Ne gördün Arabistan’da, anlatır mısın? dedim. Soruma “- Ben Şeyh Efendi’den vazgeçip Arabistan’a gitmiştim. Gittiğimde de şu kalbimin esrarını önüme döküp açacak bir adam aradım; Mekke-i Mükerreme’de aradım, bulamadım; Medine-i Münevvere’de aradım, bulamadım… Hind ile Yemen arasında aradım, bulamadım… Nihayet Mısır’a geldim. Mısır’da meczublar var. O meczublardan manevi bir şey alabilir miyim, diye çalışırken bir şey bulamadım. Kaldığım otele gelirken ‘Ya Rabbi, Mekke’yi, Medine’yi gezdim; Hindistan’ı, Yemen’i gezdim. Hiç bir yerde şu kalbimin esrarını döküp de anlatacak bir adam bulamadım’ diye ağladım. O sırada yolum üzerinde bulunan bir arabada ya­tan bir fakir adam arabaya dayadı ellerini, kalktı: ‘- Bana bak yabancı, bütün evli­yaların nuru ve Zeynü’l-evliya, bütün evliyaların güzeli Zeynel Abidin’i Bursa’da bıraktın. Şimdi burada adam mı arıyorsun?’ dedi, bana… Ada­mı daha fazla konuşturmak istedim; “-Bana emir bu kadar..” deyip konuşmadı.” diye cevap verdi.



Servet Efendi meczubun bu ihtarı  üzerine Mısır’dan Bursa’ya dönüşünü hızlandırır ve geri geldiği Bursa’da “Zeynel Abidin” adlı bir veliyi araştırmağa başlar; herkesten “Zeynel Abidin” adlı büyük mürşidi sorar. Kendisi yıllarca yakınında bulunduğu halde meğer, Şeyh Şerâfeddin’in nüfustaki isminin Zeynel Abidin olduğunu bilmemektedir. Ancak oğlu Selahaddin Akdağ, Şeyh Şerâfeddin’in resmi kayıtlardaki isminin Zeynel Abidin  olduğunu bir şekilde öğrenir ve  Servet Efendi’ye gidip Zeynel Abidin isminin Şeyh Şerâfeddin Efendi’nin resmi kayıtlardaki esas adı olduğunu iletince artık vefat ettiği için dünya üzerinde bir daha görüşemeyeceği bu büyük mürşid-i kamilden istifade imkanını elden kaçırdığı için çok üzülür. Bu menkıbe tasavvuftaki “nasib” kavramını anlayabilmek için çok anlamlı bir örnektir.



 Ali Usta anlatıyor:



“Bir gün Şeyhim Şerâfeddin’e: “-Bana ahiretten bahseder misin Şeyhim? “ , dedim…   “-Sen anlamazsın, Ali Usta…” dedi. “-Anlamam amma, beş yaşındaki bir çocuğa bir şey anlatmak isteyince onun seviyesine iniyoruz. Bana bu kadar da mı hisse yok Şeyhim?” dedim.

“-Pekala dinle Ali Usta…” dedi.  “-Allah’ın yarattığı tüm mahlukatın dilinde, damağında olan tad alma hissi , bir araya toplanıp bu zevk, bir kişiye verilse; bütün nimetlerin içindeki tad ve lezzet toplanıp bir elma­nın içine konsa; bu kişi iştahla bu elmayı yese; bunun lezzeti, cennet nimetine eşit olamaz. Mü’min kadınların ve hurilerin örtülerinden bir tanesi bu dünyaya çıkarılsa, onu gören bir daha bu dünyaya bakamayacak kadar zevke gelir; deli gibi olur. Onun güzelliğine tahammül edemez…” dedi ve devam ederek:  “- Ali Usta şimdi sen beni görüyorsun değil mi?” dedi. “-Görüyorum, Şeyh Efendi…” diye cevap verdim. “-Neyi görüyorsun?”

“- Seni görüyorum.”

“- Görüyorsun amma beni yaşatan, bendeki ruhu görüyor musun?“

“- Görmüyorum Şeyhim.“

„- Bu ruh çıkarsa, bu vücud 24 saat dayanamaz, kokar. Bütün aza­ların marifeti, gözün görmesi, kulağın işitmesi, hepsi yok olur. Demek ki insanın vücudunun bütün kıymeti ruhdadır. Bu ruhu görmüyorsun değil mi, Ali Usta?“ dedi.

“- Evet görmüyorum, Şeyhim.“  diye cevap verdim.

“-  İşte Ali Usta, ahiret alemi öyle bir alemdir ki; nasıl dünyada iken vücudun içinde ruh kayıp ise, ahirette de ruhun içinde vücud kayıptır. Ahirette, ruh da beden de mevcuddur.“



Kurtuluş Savaşı Yıllarında Şeyh Şerâfeddin:



Yunanlıların Anadolu’ya işgali sırasında, Yunan işgalciler, Bursa’ya geldiğinde, Şeyh Şerâfeddin’in bağlılarından ve sevenlerinden teşkil olunan İmam Şamîl Alayı da bir taraftan dağlarda çete harbi yapı­yor, bir taraftan da Ankara’da oluşturulan Kuvvayi Milliye birliklerine asker temini için faaliyet gösteriliyordu.



Şeyh Şerâfeddin’in talimatlarıyla, Dağıstanlı göçmenlerden oluşan birlikler, Bursa’yı işgal ederek Orhangazi üzerinden Yalova sınırlarına dayanan Yunan ve yerli Rum işbirlikçilerinden oluşan işgalcileri Orhangazi sırtlarında durdurmuşlar ve Kafkasya’dan getirdikleri cihad geleneğini Anadolu’ya da taşımışlardır. Bu sırada olabilecek katliam ve alçakça saldırıları engellemek için kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan  sivil halkı Adapazarı Geyve yönünde cephe gerisine göndermişlerdir..



Düşman Marmara bölgesine yüklenip  Bursa’da yerleştikten sonra her tarafa yayılınca Orhangazi sırtlarında 6 ay süreyle Yunan ordusunun Yalova’ya girişini ve Marmara denizine ulaşmasını engelleyen Şeyh Şerâfeddin ve bağlılarının çekirdeğini teşkil ettiği milli güçler, daha sonra Adapazarı Geyve yönünde çekilmek zorunda kalmışlardır. Zaten direnişin ilk günlerinde can güvenliği tamamen ortadan kalktığı için Şeyh Şerâfeddin’in işaretiyle aileler, kadın, çocuk ve yaşlılar Geyve’deki ihvana süresi belli olmayan bir misafirliğe  gönderilmişti. O günlerde Şeyh Şerâfeddin’in yanında olan ve mecburen Geyve yönüne çekilen yorgun ve bir kısmı yaralı mücahid kafilesinde bulunan müridlerden Ali Usta o günleri şöyle anlatmaktadır: “Daha sonra Yunan mezaliminden kurtulabilmek için Geyve’ye doğru gidiyorduk. Bir su kenarında dinlenmek için oturduk. Şeyh Şerâfeddin Hz., “Estaizübîllah, “Elemtere keyfe dareballahu meselen kelimeten tayyibeten keşeceretin tayyibetin… – Allah’ın, hoş bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?” (14/24) ayet-i kerimesini okudu ve şöyle devam etti: “Meselen kelimeten tayyibe” den maksat, “Lailaheillallah” kelimesidir. Bu, kökleri yeri, dalları semayı dolduran bir ağaca benzer. Bu kelime bir mü’minin ağzından çıkınca, bir melaike halk olur ve Allah’ı (cc.) giderek evvela o mü’minin giinahlarının affını ister. Allah (cc.) bunu kabul eder. İkinci olarak da, “Ya Rabbi, madem ki o kulunu affettin, bu saadetini onun üzerinde devamlı kıl; onu değiştirme” der. Bu da kabul olunur. Kötü kelam, malayani söz ise, kötü ağaca benzer. Hiç bir yer bunu kabul etmez. Kötü söz ancak, müşrik ve münafıkın kalbine konar, orada yer eder, dedi ve ilave etti: “-Bu Yunan’ın buraya gelmesine sebep biziz.” Hazretin yukarda bahsettiği konu ile ilgili olarak şöyle bir olay oldu” diyen Ali Usta sözlerine şöyle devam ediyordu:”- Biz o gün Geyve’ye geldik. Bana da bir ev verdiler. Bu ev, önceleri  bir   “ Ermeni evi olduğu için onu iyice yıkadık, temizledik ve içine girdik. Şeyh Efendi’yi Ankara’dan çağırmışlar. Doğru oraya gitti. Geceleyin Şeyh Efendi nin yolda söylediği “Yunan’ın buraya gelmesine sebep bizleriz” sözleri aklıma geldi; sabaha kadar uyuyamadım. “Burada benim günahım ne idi? Bana düşen suç, cürüm ne idi acaba?” diye ağladım ve bütün Ricalullah Hazeratına seslendim. “Ey Ricalu’l-gayb hazerâtı! Sizin Allah katında duanız ve nazınız kabul olur. Benim bu işte günahım ne ise beni affettirin; affıma sebep ve yardımcı olun…” dedim. Böyle dua ettim. Sonra da bunu unuttum gitti.



İşittim ki Şeyh Efendi Ankara’dan teşrif etmişler ve merhum Arab Hasan Efendi’nin evine inmişler. Doğru yanına gittim. Şeyh Efendi’yi orada tek başına buldum, selam verdim ve: “Hazret, seni ve ihvanını evime davet ediyorum, misafirimsiniz…„  dedim. Şeyh Efendi: “-Ali Usta, Hasan Efendi senin yapacağın işi yaptı. Mü’minlerden iki kişi kefensiz kalmış. Sen bize sarfedeceğin para ile iki kefen al ve getir.„ dediler. Dediklerini yaptım. Dönüşümde Şeyh Efendi’yi Geyve’li Kudsi Efendi’nin evinde, etrafında oturacak yer kalmamış, kendisini ziyarete gelenler ve ihvanla dolu büyük bir odada buldum. Şeyh Efendi bana:  “-Ali Usta! gel yanıma, dedi. Yanında bir yer açıldı  ve ben oraya oturdum. Ev sahibi çayları önümüze getirdi. Şeyh Efendi, bana Dağıstan lehçesi ile, “- Ali Usta, o akşam yaptığın gibi bir işi bir daha yapma ! ”  buyur­du. Ben düşündüm, düşündüm:  ‘Acaba ne gibi kötü bir iş yaptım? Ailemi mi incittim? Komşumu mu kırdım?…’ Bir türlü bulamadım ve sonra rica ettim: -“Hazretim! Ben suçumu bilemedim.”, dedim. Şeyh Efendi: “-Bütün evliyaullahı neden bana koşturdun? Hepsi bana geldiler, affını istediler. Bu işe biraz üzülmüşler. Şimdi fetret zamanı. Hepsinin bir sürü vazifeleri var. ’Bu kadarcık az bir iş için birimize söyleseydi kafiydi.’ dediler. Bir daha böyle şey yapma…“ buyurdular.



Bu konuşma esnasında çaylarımız soğumuştu. Cemaatten Hacı Rıfat isminde biri: “-Hazret! Ali Usta’ya neler söylediniz ki; Ali Usta çok düşündü?.. Sonra neler anlattınız ki çok iyi dinledi? Hatta çayı da soğudu. Biz de sohbetinizden yararlanmak isteriz…“  dedi. Ben de Şeyh Efendiye: “-Hazret! Bana anlattıklarınızı herkese söyleyebilir miyim?“ de­dim. Şeyh Efendi bana dönerek, Dağıstan lehçesiyle: “-Ali Usta! Şu anlattığım sözlerden burada bulunanların zerre kadar nasibi yoktur. Bu ve bunun gibi sözleri ehline anlatırsın. Ehli olmayanlardan ise eşinle olan muameleni gizlediğin gibi saklarsın…”  buyurdu.



Ali Usta’nın sesinden kayıt altına alınan hatıralarına göre Şeyh Şerâfeddin, Geyve günlerinde de irşad faaliyetlerini aksatmadan sürdürmüştür.  O günlerdeki bugüne de ışık tutan yönleri olan bir sohbetlerini Ali Usta şöyle anlatmaktadır: “Yunan harbi sırasında, memleketteki harb hali ve harbin sonu, İslami­yet’in durumu sohbet konusuydu. Şeyh Efendi’ye: ‘-  Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak, hazret?’ diye sor­dum. Bu soruya karşılık Şeyh Şerâfeddin, Hz. Ali’den bir kıssa anlatarak  buyurdu ki: “-  Bir gün, Hz. Ali’ye kendisi ile birlikte muharebe edenlerden biri bu muharebe esnasında, “Böyle fitne içinde bu işin sonu ne olacak?” diye sormuş. O da: “Din kıyamete ka­dar bakidir.” dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kal­mış. Hatta, etrafındakiler ‘uyudu’ zannetmişler. Neden sonra Hz. Ali başı­nı kaldırıp 3 defa  ‘Ni’mel Etrak, Ni’mel Etrak, Ni’mel Etrak..’ “Güzel Türkler” “Güzel Türkler” “Güzel Türkler” dedikten sonra ‘Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyamete kadar baki kalacak’, demiş,  buyurdular.”



Bununla Şeyh Şerâfeddin, Hz. Ali’nin “Ni’mel Etrak’ sözlerini aktarırken savaşın  sonunda ordumuzun  galibiyetiyle sona ereceğini müjdelemiş olması yanında  “İstanbul’un fethi ile ilgili ünlü hadisteki “Ni’mel Ceyş” ve “ Ni’mel Emir” müjdesine işaret etmişti.



Şeyh Şerâfeddin, bir defasında İstanbul’a  gittiğinde  Meserret Oteli’nde kalıyordu; Muallim Ziya Efendi adlı bir dostu tarafından ziyaret edildi. İleri gelen müridandan olan Ziyaüddin Efendi, “-Ey Şeyhim, Ölüme nasıl gideceksin?” diye sorunca Şeyh Şerâfeddin : “-Bu ‘Ölüme nasıl gideceksin?’ sorusu senin için ağır bir soru değil mi?” diye cevab vermek istemedi.  Muallim Ziya Efendi , “-Kalbime bu soruyu sormak arzusu ilham olundu” deyince biraz da mecburen cevabladı: “ Yunanistan’dan bir saldırıya uğradığımızda ben öleceğim ve  bu sırada ülke için de büyük bir sıkıntılı hal olacak” dedi. Bu cevab üzerine çok hüzünlenen Ziyaüddin Efendi, aynı gece abdest alarak iki rekat namaz kıldı ve sabah kadar Allah’a : “-Ey Allahım, üzerimizden Rum-Ermeni saldırısı şeklindeki bu belayı  kaldır ve sevgili mürşidimizi esirge, O’nun yerine beni al…” diye yalvardı. Ertesi gün Şeyh Şerâfeddin O’na  “ Ey Şeyh Ziya , bütün bir gece dua ederek ne yaptın?  Duan kabul olundu. Bu bela benden kaldırıldı fakat benim yerime sen acı çekeceksin ve sonunda bir şehid olarak öleceksin.”  Meserret Oteli’ndeki bu olaydan sekiz yıl sonra Rum- Ermeni çeteleri Yunan askerleri  ile  Reşadiye’ye girdiler. Rumlara karşı direniş gösteren mücahidler  içindeki Muallim Ziya Efendi öldürülerek şehid edildi.



Güneyköy’e giren Yunanlıların köye yaptıkları topçu ateşi sonucu güllelerin açtığı yaralar hâlâ  köyün camiinin duvarlarında görülebilir. Köydeki medresenin de bulunduğu külliyedeki cami ve minaresi ise Yunan işgalciler tarafından yakılmış olarak hâlâ ayakta olup bir ibret vesikası olarak durmaktadır.



Şeyh Şerâfeddin’in Kurtuluş  savaşındaki bu yararlı faaliyeti genç cumhuriyetin meclisi tarafından da unutulmamış ve zafer sonrası Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından alınan bir karar ile kendisine “hizmet beratı” tevdi edilmesine dair karar alınmıştır. (Bu berat, Tarih ve Düşünce dergisinde Prof. Dr. M.Kemal Öke tarafından yayınlanmıştır.)



Telif ettiği kıymetli eserlerin hepsinin, Yunanlıların Güneyköy’ü işgal ettiklerinde ateşe verdikleri medrese ve köyde çıkardıkları yangın neticesinde, ziyana uğramış oldu­ğu söylenmektedir. Ancak, hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetler, sohbet meclisindeki katipler tarafından kaydedilmiş ve yazma örnekleri günümüze kadar ulaşabilmiştir. Nakşbendi tarikatının sırlarını içeren ve ibret verici menkıbeleri ihtiva eden bu el yazması eserlerin bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.



Kurtuluş Savaşı yıllarında gösterdiği üstün hizmetleri ile Ankara’nın dikkatini çeken Şeyh Şerâfeddin ile Gazi Mustafa Kemal arasındaki ilişki,  Atatürk’ün Yalova’daki yaz çalışmaları döneminde yaptığı davet ve istişarelerle karşılıklı saygı ve seviyeli sohbetler çerçevesinde  halinde Şeyh Şerâfeddin’in vefatına kadar devam etmiştir. Bu ilişkinin ilk belgeli verileri, yine Ali Usta’nın tanıklığı ile tarihe geçmiştir. O günlerde sürekli Şeyh Şerâfeddin’in yanında olan Ali Usta , mürşidi ile Kuvvay-i Milliye’nin “Gazi Paşa“sının istişareleri hakkında çok önemli bilgiler vermektedir: “ -Yunan işgalcilerin, Bursa’yı  zaptettiği günlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana: “-Beni Mustafa Kemal gönderdi; Şeyh Efendi’ye ilet…” dedi. Ben bu arzuyu  Şeyh Şerâfeddin’e naklettim. Şeyh Efendi bana: “-Ali Usta! Sen de ona söyle. İstanbul’dan düşmanı def’edinceye kadar elimizden gelen gayreti göstereceğiz ve düşmanı temizleyeceğiz. Biz de O’na yardım ede­ceğiz…” buyurdular. Ben de Şeyh Şerâfeddin’in bu sözlerini  Hasan Bey’e naklettim.“ Mustafa Kemal’in kuryesi Hasan Bey’in bu müjdeyi Ankara’daki Mustafa Kemal’e iletmiş olmalı  ki Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, istişare için Ankara’ya davet edilir. Ali Usta  o günleri şöyle dile getirmektedir: “Büyük Taarruz daha başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi’yi Ankara’dan çağırdılar. Şeyh Efendi iki-üç gün sonra Ankara’dan döndüğünde O’na: “- Hazret ne için çağırdılar, haberler nasıl?” diye sordum. Şeyh Efendi bana: “- Ali Usta, Mustafa Kemal bana “Nasıl muvaffak olacak mıyız?” diye sordu. Ben de, “Evet, muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul’u da alacağız” dedim. “ diye cevab verdi.



Yalova’daki Atatürk köşkünde ve Termal’deki özel mekanında özellikle yaz döneminde çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal’in zaman zaman Şeyh Şerâfeddin’i davet ederek görüşlerini ve tesbitlerini dinlediği bilinmektedir. Güneyköy’de Atatürk’ün özel makam aracı ile özel kalem görevlilerini göndererek Şeyh Şerâfeddin’i aldırdığını ve sohbetten sonra yine makam aracı ile tekrar köye bıraktırdığını anlatan yaşlı insanlar hâlâ yaşamaktadır. (Bunlardan birisi olan Güneyköylü Sıbgatullah Gayret Efendi ile 90 yaşlarında iken bizzat görüşüldü.)



Atatürk ile Şeyh Şerâfeddin ilişkisine ve sohbetlerine ilişkin anlatılan rivayetlerden birisine göre 1936 yılındaki bir görüşmelerinde Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, kendisinin o yıl içinde vefat edeceğini, Atatürk’ün ise kendisinden 2 yıl sonra vefat edeceğini bildirmiş ve ömrünün son iki yılında nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Bu konunun açıklığa kavuşturulması için  gerek Atatürk’ün Yalova’daki resmi-hususi görüşmelerinin kaydedildiği evrakın, gerekse Atatürk’ün ömrünün son iki yılındaki icraatının ayrıntılı olarak araştırılmasına ihtiyaç vardır.



Ülkede 1930’larda yaşanan değişim konusundan manevi olarak bunalan Şeyh Şerâfeddin, bir ara Türkiye’yi terk edip Medine-i Münevvere’ye hicret etmek istemiştir. Bu konudaki bir sohbetinde o günlerdeki duygularını şöyle dile getirmiştir: “Asrımızda herkes benliğine, makam ve sair ahval-i dünya zaviyesinden bakarak, sanki ölmeyecekmiş ve kı­yamet yokmuş gibi esef verici bir hale mağlup olarak, bu neş’e ile vakit geçirmeye başlamıştır. Alemin ahvaline ve alemi ihata etmiş olan hadsiz-hesapsız zulmet ve fesada bakarak, uhdeme düşen irşad ve ıslah vasifesini icraya, ilim ve kudretimin kafî gelmeyeceğinden, yeis derecesinde kalarakbeş defa halk arasından çekilmek ve Medine-i Münevvere’de ihtiyar-ı mücaveretle Ümmet-i Muhammed’e dua ile imrar-ı hayat etmek için Cenab-ı Mefhar-ı Alem (S.a.v.) Efendimiz’den mezu­niyet istedim. Cenab-ı Rasûlullah, kat’iyyen halk arasın­dan çekilmeme razı olmadılar. Mefhar-i Alem (S.a.v.) Efendimiz’in benim halk arasından çekil­meme razı olmamaları, cüz’î küllî (az çok) benden Üm­met-i Merhumeleri’ne menfaatların olacağına delalet et­mektedir.” Bu sözlerinde Şeyh Şerâfeddin’in tevazu ile kendisinde irşad için gerekli donanımı eksikliğinden söz etmesi  dikkat çekicidir.



Eskişehir Cezaevinde -1935- Yaşananlar :   Şerafeddin Dağıstani K.s. ve Said Nursi Rh.a.



“Menemen Hadisesi” sonrasındaki birkaç yıl içerisinde, ülkemizde hakim olan havanın tesiri ile hemen bütün tasavvuf büyüklerine yapılan takibat esnasında Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî ve yakın bağlıları da soruşturmaya uğramış ve sayıları 28 olarak kaydedilmiş olan bir kısım müridi ile birlikte Şeyh Şerâfeddin de Eskişehir cezaevinde gözetim altına alınmıştır. Yapılan mahkeme süreci esnasında yaşananların bir kısmı cezaevinde aynı koğuşta birlikte kaldıkları Konyalı maneviyat adamlarından; tasavvuf ehlinden merhum Ali Kemal Belviranlı’nın (vefatı:2003) babası merhum İsmail Hakkı Belviranlı (vefatı:1969) kanalıyla günümüze intikal etmiştir. Bu “müessif” irtica kampanyasında tutuklanarak  Eskişehir cezaevine konulanlar arasında Said Nursi ile 117 “Risale-i Nur talebesi” de bulunmaktaydı.



Şeyh Şerâfeddin ile Eskişehir cezaevi günlerinde görevi gereği tanışan ve cazibesine kendisini kaptırarak intisab eden ve 1994’de yaklaşık 100 yaşlarında vefat eden Gaffarzade diye bilinen Yusuf Efendi adlı müridi Eskişehir cezaevi günlerine ilişkin olarak aşağıdaki vakıayı anlatmış ve önemli tarihi ilişkilere işaret eden bu anılar kayıt altına alınmıştır:



“Bir zamanlar Şeyh Şerâfeddin Eskişehir cezaevinde diğer bazı Nakşbendi şeyhleri ve İslam alimleri ile birlikte Menemen hadisesi ile ilgili olarak tutuklanmıştı. Ben de cezaevinde muhafız olarak görevliydim. Tutukluluk halindeki  bir diğer önemli kişi ise Said-i Nursi idi. Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, halifesi Abdullah ve diğer bazı ileri gelen müridleri ile beraber tutuklanmıştı. Said-i Nursi de bazı yakın şakirdleri ile birlikteydi. Said-i Nursi, Şeyh Şerâfeddin’in de aynı hapishanede tutuklu olduğundan haberdar olunca şakirdlerini  herhangi bir şeye ihtiyaçları olup olmadıklarını sormak ve yardımcı olabileceklerini teklif etmek üzere nezaketen Şeyh Efendi’ye yolladı. Şeyh Şerâfeddin, bu yardım teklifine “Teşekkür ederim, ancak biz “Hiç”iz ve “Hiç” in de hiçbir şeye ihtiyacı yoktur” diye oldukça manidar bir cevab yolladı. Daha sonraki günlerde  Said-i Nursi’nin şakirdleri, yine Şeyh Şerâfeddin’e gelmeğe ve bir ihtiyaçları olup olmadığını sormağa devam ettiler. O her defasında bu talebleri olumsuz olarak cevaplıyordu.



Bir gün Şeyh Şerâfeddin, Said-i Nursi’nin şakirdlerine Said-i Nursi’ye “ Neden burada tutukluyuz?” diye sormalarını istedi. Said-i Nursi’nin şakirdleri gitti ve bu soruyu ilettiler. Said-i Nursi, bu soruyu  “ Biz Hz. Yusuf (a.s.)’ın derecesi olan “Suskunluk Orucu” makamına ermek üzere bu medrese-i Yusûfîyye’deyiz” diye cevapladı. Şeyh Şerâfeddin’in bu soruyu sorması ve Said-i Nursi’nin de bu cevabı vermesi aralarındaki tartışmaların sonu oldu. Ancak bu soru-cevap teatisi benim için çok kafa karıştırıcı oldu ve derinlemesine düşünmeğe başladım. Kendi gayretimle bu konunun içinden çıkamayınca bu defa ben Şeyh Şerâfeddin’e “ Sizin ve bu diğer şeyhlerin burada bulunuşunuzun sırrı nedir?” diye sordum. Cevablaması için ısrarımın sonucunda diğer tutuklular ile bir araya geldikleri bir sırada  Şeyh Efendi şunları söyledi: “Ben buraya  sebebsiz yere tutuklanmış olan  birçok kişiye manevi sırlar iletmek üzere gönderildim. Manevi desteğe ihtiyacı olan  bu kişileri himmetimle destekliyorum. Allah beni buraya bu destek için gönderdi, çünkü bu kimseler buraya toplatılmıştı ve burada olmasa bir araya toplamam da zor bir şeydi. Sizinle vedalaşmak için buradayım, çünkü kısa bir süre sonra bu dünyadan göçeceğim. Sizin sırlarınızı size teslim edeceğim. Tutuklu olmamız, gerçekte bizim için tutsaklık değildir, çünkü  daima ilahi varlıkta müstağrak haldeyiz ve  biz buradan asla bir tutsak olarak  etkilenmeyiz. Bir süre sonra, sizin hepiniz buradan çıkarılacaksınız ve önemli bir şahsın ölümünden sonra tekrar bir araya geleceksiniz. Şeyh Efendi’yi dikkatli bir şekilde dinleyen diğer tutuklu ve mahkumlar arasında Said-i Nursi’nin şakirdleri de vardı ve bütün bunları işittiler. Yaklaşık 3 aylık tutukluluktan sonra Şeyh Şerâfeddin de dahil tutukluların çoğu serbest bırakıldılar.”  Bu tutuklama sonrası yapılan muhakeme ile Said Nursi ile bazı şakirdleri ise 1 yıla varan sürelerle hapis cezası almışlardır.



Cezaevi günlerinde yaşanan anekdotlardan birisi zahiri görünüm ile batın arasındaki ilişkiye işaret etmesi açısından dikkat çekicidir. Birlikte kaldıkları ve zahiri şekli kurallar konusunda hassas olan bir tutuklunun bıyıklarının üst dudağını biraz örtmesi konusunda rahatsızlık hissettiği manevi olarak anlayan Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî , bu kişiyi sözleriyle uyarmıştır: “ Deniz kenarına gittiğinde dalgaların kenara attığı çer-çöp gözüne ilişse de sen denizin enginliklerine yönelt bakışlarını… Denizin enginliğine göz atarsan kenardaki çer-çöp gözlerinden kaybolacaktır…”



Şeyh Şerâfeddin’e Tevdi Olunan Son Sır :



Eskişehir’den Yalova’ya döndükten sonra vefatından sonra irşad makamını devralacak olan yeğeni ve halefi Abdullah’a “Çok geçmeden ben bu dünyadan göçeceğim;  çünkü bana verilecek son sır olan En’am suresinin sırlarını açığa çıkartmak için harcadığım gayret sonunda Allah bana bunu da nasib etti.” dedi ve kendisinden sonra irşada devam etmesi arzusunu Abdullah’a  ileterek, irşad makamındaki  halifesi olarak belirlediğini gösteren  icazetnamesini yazarak tevdi etti.



Ölümünden üç gün önce halefi Abdullah Dağıstanî ve diğer bazı önde gelen müridlerini huzuruna çağırdı ve kendisine verilen son sırrı da onlara iletti:  “Üç aydır ayetlerinden birisi sayıları 7007 olan Nakşbendi Tarikatının bütün mürşidlerinin isimlerini içeren En’am Suresi okyanusundaki sırları ortaya çıkarmağa çalışıyordum. Elhamdülillah, onların isimleri, bütün unvanları ile beraber bana malum olundu. Onları halefim ve varisim Abdullah’a vereceğim özel not defterime kaydettim. Bu liste bu zamandan Mehdi –as.-a kadar gelecek olan Nakşbendi mürşidlerinin yeryüzündeki değişik kollarının tamamının bağlı olduğu ve olacağı tüm mürşidlerin  isimlerini içermektedir.



Ertesi gün halifesi Abdullah Dağıstanî’yi çağırdı ve “Evladım bu benim son arzum ve  vasiyetimdir. İki gün sonra öleceğim. Rasûlullah (s.a.v) Muhammad(s)’in emri üzere seni mürşidim-amcam-den yetkisini aldığım diğer beş tarikat ile beraber Nakşbendi tarikatında halefim olarak görevlendiriyorum. Bana verilen tüm sırları ve Nakşbendi tarikatı ve diğer beş tarikattaki seleflerimden bana intikal eden tüm manevi güçleri sana devrediyorum. Nakşbendi tarikatında sana intisab eden tüm müridler diğer beş tarikata da  müntesib sayılacaklar ve onların sırlarına da en iyi şekilde vakıf olacaklardır. Çok geçmeden sana Türkiye’yi terketmen ve Şam-ı Şerif’e gitmen için bir sebep halkedilecektir.[O sırada siyasi karışıklıklar- yoğun savaşlar- nedeniyle Şam-ı Şerif’e ulaşmak çok zordu.] O zaman Şam’a gitmekte tereddüt etme” dedi.



Abdullah Dağıstanî “Şeyh Şerâfeddin’in bana yaptığı bu vasiyetini nasıl kendimi korumağa çalıştı isem,  saklamağa ve gereğini yerine getirmeğe çalıştım.” demiştir.



Şeyh Şerâfeddin’in vefatı :



O 27 Cemaziyel-evvel tarihinde –hicri:1355, miladi:1936- bir Pazar günü Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde öldü. Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyündeki kabristan’da bir  tepeciğin yamacında toprağa verildi. Yaşadığı ev olan zaviyesi ve mescidi hâlâ açık olup günümüze kadar geldi ve bugün pek çok insan ziyaret etmek; himmet ve bereketinden istifade  etmek için oraya giderler. Şeyh Şerâfeddin’in -Nakşbendi Cemaat Zikri- Hatm-i Hacegan’ı idare ederken kullandığı tesbih de hâlâ duvara asılı olarak oradadır.



Şeyh Şerâfeddin’in kendi vefat tarihine işaret ettiğine ilişkin bir vakıayı da  Abdülmecid Efendi adlı bir diğer bağlısının naklettiğini yine Ali Usta anlatıyor : “Şeyhimiz Şerâfeddin  bir gün bana: “-Abdülmecid Efendi! Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i  İsa  Aleyhisselamların makamlarında olan ve  “Alimler  Nebilerin varisidir” denilen evliya, bu Rasullerden fazla yaşayabilir. Amma Hazret-i Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz’in makamında olan evliya yeryüzünde 63 yaşını geçmez. O’nun yaşında O da vefat eder. Abdülmecid Efendi! Sen şimdi 63 yaşındasın, senin de benim de doğumumuz aynı gecede olmuştur…” dediler. Şeyh Şerâfeddin’in  bu sözleri, biraz muğlak söylendiğinden ne demek istediğini anlayamamıştım. Fakat o sene Şeyh Şerâfeddin, vefat edince söylediklerinin manasına intikal ettim. Şeyh Efendi’nin Rasûlullah (S.a.v.) Efendimizin makamında olduğunu anladım.”



Şeyh Şerâfeddin’in “Bir insan için en mutlu an ölüm vaktidir, çünkü  o ölürken günahları da birlikte son bulacaktır.” sözleri tasavvuf yolcusunun ölümü korkulacak bir şey olarak algılamaması için bir uyarıdır. Mevlâna Celâleddin’in  ölümü “şeb-i arus (düğün gecesi) olarak nitelemesi de aynı çerçevede değerlendirilebilir.



Öleceği gün kendisine önceden bildirilen Şeyh Şerâfeddin, hayatının son gününde vasiyetini yazarak yeğeni ve halefi Abdullah’a verdi. Şeyh Şerâfeddin’in manevi mirasçısı ve halefi Abdullah Dağıstanî ölümünden sonraki olayları şu şekilde anlatmıştır: “ Cenaze namazına hazırlamak için O’nun bedenini yıkadık. Ertesi günkü cenaze defin törenine onbinlerce  insan gelmişti ve öyle ki, küçük kasabamız bu kalabalık insan topluluğunu alamamıştı. Ölüm haberi hızla tüm Türkiye’ye yayıldığında herkes O’nun rızasını kazanmak ve bereketine nail olmak için evine geldi.Yalova, Bursa ve İstanbul gibi kısmen yakın yerler dışında Adapazarı, Eskişehir, İzmir, Kastamonu ve daha birçok yerden sevenleri koşup gelmişlerdi. Kalabalık muazzam bir topluluk ve hıçkırıklarla boğulmuş büyük bir  insan kitlesi halinde idi. Erkekler bir kenara çekilip sessizce ağlıyorlar, kadınlar feryad ediyorlar ve onların feryadlarına  çocukların var-güçleriyle ağlama sesi karışıyordu. Cebel-i Hafakan tepeciğinde önceki mürşidi Muhammed-ül Medeni’nin yanında sağlığında iken işaret ettiği yere hazırladığımız kabrine defnettik.”



Şeyh Şerafeddin’in cenaze törenine katılanlar arasında  resmi bir heyetin de bulunduğu kaydedilmiştir.



Defin töreninde bulunanlar arasındaki, Eskişehir cezaevi günlerinde kendisine bağlanan müridlerden olan  Yusuf Efendi de  “ Şu bir gerçektir ki, O’nun müridleri olarak aynı mekanda asla bir araya gelememiştik, ta ki O’nun cenaze törenine kadar ..”  demişti.



Bir bağlısının şu ifadeleri O’nun bütün özelliklerini ifade etmese de kişiliğini kavramada anlamlıdır: “Zahirî ve batınî bilgi okyanuslarının şeyhü’l-meşayihi olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, ilahi simgelerin nuruyla donatılmış gerçek bir İslam alimi di. O Allah yolunun vakarlı ve yüksek rütbeli bir  mücahidi idi. Ledünni bilginin asrındaki canlandırıcısı ve başustası oldu. O Nil’in taştığı zamanlarda ortaya çıkan  sel  hali gibi  ilahi hikmet ile taşar, kurak gönülleri canlandırırdı…”.



Kabr-i şerifleri, Yalova’ya 10 km. kadar mesafede bulunan Güneyköy’de olup halen de ziyaretgâhtır.



Kaddesallahu Sırrahul Azîz…